Âkif'in ıstırabı

İslam-Türk şiirinin, bireysel-psikolojik ıstırabı işleyen en büyük ismi Fuzulî’dir. Aşk ve ıstırabın çağları aşan şiir sultanı Fuzulî için hayat hep şöyle yürümüştür:   “Dost bîperva, felek bîrahm, devran bîsükûn Dert çok, hemdert yok, düşmen kavi, talih zebûn.”   Böyle bir lirizm ustası, yalnızlığını, acılarını dile getirirken, yüzyılların kesemeyeceği bir şiir şokunu gök kubbeye yansıtır ve ruhumuzu, söz büyüsünün burcuna çeken şu beyti bize armağan eder:   “Ne yanar kimse bana âteş-i dilden özge. Ne açar kimse kapım, bâd-ı sabadan gayrı.”   Burada, şairin ruhunda bir kor gibi yanan ıstırap ve yalnızlık, onun büyülü kelam kudretiyle, sadece insana duyurulmakla kalmıyor; varlık ve oluş da bu acıyı yaşar hale getiriliyor. Bu beyti okurken biz, çöl sessizliğinde bir şafak vakti esintisinin, bir büyük ruhun yalnızlığına acıdığını ve onu teselli için, kimselerin ırgalamadığı kapısından içeri süzüldüğünü, onu sıcak bir dost gibi kucaklamak istediğini hissederiz.   İşte, zamanı önünde eğen sanatkâr budur. İşte Fuzulî budur…   Fuzulî’nin, derinliğine ve mistik ıstırabı, aynı büyüklük ve kıvamda, fakat genişliğine ve sosyolojik bir belirişle, Mehmet Âkif Ersoy’da karşımıza çıkar. Gerekçesi ne olursa olsun, ıstırabın duyuluşu ve onun, sanat dediğimiz ölümsüz ve esrarlı dille aktarılışı dikkate alındığında, Âkif de büyük bir mistiktir. Esasen, bir insanın sanatkâr olup da mistik olmaması söz konusu edilemez. Tartışma konumuz, mistisizmin türü olacaktır, varlığı-yokluğu değil. Bütün iman, aşk, ıstırap ve coşku olayları bir mistisizm sergiler. Âkif’i din ticaretine veya ticari dine âlet eden, güzelden ve ıstıraptan yoksun molla-softa hezeyanı, mistik olmayı falan veya filan tarikata mensup olmakla eşitlediği için “Âkif’te tasavvuf yoktu” hükmünü verir ve onu, kokuşmuş kuralcılığın bir “vezinli söz bezirgânı” olarak sunar.   1936’da hayata gözlerini yuman Âkif’i, her 26 Aralık’ta anarken bu düşünceleri tekrar tekrar yaşarım. Âkif, istismar palyaçoluğunun musallat olduğu değerlerden biridir.   İMAN VE ISTIRAP ADAMI AKİF Âkif, şiir denen söz yaratıcılığının zirvelerinde oturmuş bir dev olmanın yanı sıra, İslam tasavvufunun (tarikatçılığın değil), hatta vahdeti vücudun en güzel terennümünü gerçekleştirenlerden biri olarak da dikkatimizi çeker. Bakın Safahat’ın 7. kitabı Gölgeler’e; özellikle Gece, Secde, Hicran adlı şiirlere:   “Nasıl dursun benim biçare gölgem, senden ayrılmış Güneşlerden değil, ya Rab, senin sinenden ayrılmış   Hayır, imanla, itmi’nanla dinmez ruhumun ye’si Ne afâk isterim sensiz, ne enfûs, tamtakır hepsi”   “Güneşler geçti, aylar geçti artık gel ki mihmanım, Şuhûdundan cüda imanla yoktur kalmak imkânım”   “Kıyılmaz, lakin Allahım, bu gaşyolmuş yatan vecde Bırak, hilkatle olsun varlığım yekpare bir secde.”   Bu dizelerde, en ileri vecd ve coşkunluğa yükselmiş Müslüman mistiklerin aşk ve birlik anlayışları dile gelmektedir. Bunlar, mabedi ve secdeyi, koltuk kapmak ve biraz daha fazla yiyebilmek için propaganda aracı yapan sefil goygoycuların çıkarabileceği, hatta anlayabileceği sesler değildir. Bu sesler, Kur’an ve Muhammed’in vicdanı gibi konuşacak çizgiye erişmiş ruhların ezgileridir. İşte size, altına rahatlıkla İbn Arabî veya Hallâc imzasını atabileceğiniz, abide bir beyit daha:   “Mülhid de senin, kalb-i muvahhid de senindir İlhad ile tevhid nedir? Menşeleri hep bir.”  

Önceki ve Sonraki Yazılar