35 yıl sonra

12 Eylül 1980 darbesi olduğunda 11 yaşındaydım. Henüz ortaokula yeni başlayacaktım. Aklımız iyi kötü pek çok şeye ermekteydi. Okul ve sınıf birincilikleri ile dolu geçen bir ilkokul sonrasında kara gömleği çıkarıp ceket kravat takmanın heyecanı içindeydim.
2000’li yıllarda solculuk yapan genç arkadaşlarımız bilmezler. Tarih boyunca yapılmış en zor solculuklardan biri, 12 Eylül 1980 darbesi sonrası Türkiye’de yapılan idi. Çetin Altan’ın Turgut Özal’ın eteğini öptüğü yıllardı. “Yüzde yüz faşizm” şartları altında yaşadık bizler ve asıl 78 kuşağı. Okuduğumuz okullarda ve üniversitelerde karşımıza sadece polis filan değil, düpedüz sıkıyönetim komutanları ve silahlı askerler çıkıyordu. AİHM’ye gidemezdiniz o zamanlar. Derdinizi ummana anlatabilirdiniz ancak. Afedersiniz ebenizi doğduğuna pişman ederlerdi o vakitler.
O yıllar, Türkiye’nin en karanlık yıllarından bir kesit olarak yaşandı ve acıdır ki en berbat neticesi halen yaşanıyor. O yıllarda her şey o kadar anlamsızlaştı ve değersizleşti ki, egzistansiyalizm modası filan çıktı entelektüeller arasında. Nihilizm doruklardaydı. “Geç Pink Floyd” patlaması yaşandı memlekette. Türkiye sinemasının en kötü örnekleri o yıllarda çekildi. 12 Eylül travmaları yüzünden hiç konuşmadan birbirlerine anlamsızca bakan insanlarla dolu filmler çekildi o yıllarda. Bizler o zamanlar sinir oluyorduk bu duruma. Ama o yıllarda yaşanan umutsuzluk hallerini dikkate alırsak az bile yapmış adamlar.
Demem o ki, o yıllarda solcu olmak sadece yürek değil, basbayağı akıl, fikir, zeka, beyin, basiret, irade de gerektiriyordu. Bir avuçtuk bizler. Eski kuşakların insanları gibi gittiğimiz okul neciyse biz de “şucu veya bucu” olmuyorduk. Tüm dünyaya ve Türkiye’ye dayatılan en vahşi, en hayvani liberal kapitalist düzenin ilk kurbanları olarak bizlere seçme şansı bırakılmıştı az da olsa. Ya insan olacaktık ve hala haklardan yana olacaktık ya da bir kokuşmuş bir canavar olacaktık ki gemisini kurtaran kaptan diyorlardı be sefilliğe.
Okullarımız bizlerden başka üç tip tuhaf insan grubuyla doluydu. En kalabalık grup, apolitikler idi. 80’li yıllarda bilmeden lümpen egzistansiyalist takılmış, bir bunalımdan bir bunalıma bireyciliğin uçurumlarında Tarzancılık oynamış apolitiklerdi bunlar. Gençliklerinde 12 Eylül faşist cuntasının dayattığı ağdalı ve sahte bir Atatürkçü doktrin zulmü altında her zaman ve her daim apolitik kalmayı becermiş bir kitleydi bu kitle. 12 Eylül sonrasında Özallı yılların vaat ettiklerinin yüzyıl sonunda palavra çıkması karşısında kendilerini aldatılmış hissedecek geniş bir gruptu bu kitle. Gençliklerinde isyankarlığın tadını yaşayamayan, şimdilerde çoluk çocuklarının askerlik veya iş güç dertlerine düşmüş bir kitledir bu kitle. Bir çeşit Oedipüs kitlesidir bu kitle.
O yıllarda hemen her okul kantininde eşit yüzde ile karşılaşılan diğer iki gruba gelince... İlki, dünyada sınıfsal sömürü var oldukça paramiliter bir unsur olarak var edilmeye devam edecek olan faşistlerdi.  Diğeri ise, 12 Eylül 1980 cuntasının özenle besleyip büyüttüğü ve 21. yüzyılda iktidarı altın tepside teslim ettiği malum cemaatçiler ile şimdiki topal ördek iktidarın erken unsurlarıydı. Solculuk, cüzzamlı olmak gibiydi o yıllarda. Kantinlerde solcular toplandığında çoğunlukta olan apolitikler Frankenstein’dan kaçar gibi, çil yavrusu gibi dağılırlardı.
12 Eylül darbesi, “24 Ocak Kararları” denilen memleketi topyekun küresel vahşi liberal ekonomiye entegre etme uğruna uluslararası sermaye tarafından fonlandırılmış, taşeron olarak bir NATO ordusu olan TSK tarafından gerçekleştirilmiş bir darbeydi. Ekonomik bir gerekçesi olmayan bir darbenin olması mümkün değildir bu dünyada. Durup dururken, birtakım Atatürk ilkeleri için hiç kimse darbe yapmaz, hatta kılını bile kıpırdatmazdı bu ülkede. Uluslararası kapitalizmi yaşatma sisteminin onay vermediği bir darbe olmazdı bu memlekette. Olursa da kısa sürede karşı darbe ile ötelenir ve ezilirdi zaten.
12 Eylül 1980 cuntasından tam 35 yıl sonra bu lanet darbenin besleyip büyüttüğü uyduruk sivil darbeciler için çanlar çalacak tam 35 yıl sonra. 12 Eylül 1980’in hesabı en azından mirasçılarından sorulacak hiç endişe etmeyin. Umutsuzluğa yer yok.
Yaşanmakta olan süreç, Frankenstein romanının sonuna doğru gittiğimizi ortaya koyuyor. Nasıl ki, o romanın sonunda Frankenstein’in sonu belirsiz kaldıysa herkes bilsin ki, gerçek hayat da böyle olacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar