DARBELER ÜLKESİNDE SON DARBEYİ KİM VURACAK?

 Son haftalarda Türkiye bir boks ringine benziyor. İki boksör: Cemaat ve İktidar,  Türk ve dünya kamuoyunun önünde birbirlerine darbe üstüne darbe indiriyorlar.  Bakalım son darbeyi kim, ne zaman vuracak?
 
     ‘Darbe’yi burada iki anlamlı olarak kullanıyorum: Hem ‘hükümet darbesi’nde olduğu gibi, yönetimi değiştirmeye yönelik bir ‘kalkışma’; hem de rakibi sarsmaya yönelik bir ‘vuruş’.
 
      Bence 17 Aralık ilk anlamda bir ‘darbe’ idi. Operasyonun kapsamını görür görmez, çevremdekilere söylemiştim. Amacı, hükümeti devirmekti. Normal bir ülkede, böylesine bir yolsuzluk operasyonundan sonra hiçbir hükümet ayakta kalamazdı.  Uzun uzun düşünülmüş bir planının ve koreografisinin olduğu belliydi: 
 
      İlk perde: ‘oğullar’, ikinci perde: ‘kötü çevre’ ve üçüncü perde: ‘baba’.
 
      Yani; Başbakan Erdoğan kendisine karşı inceden inceye planlanmış yargısal bir darbe girişiminde bulunulduğunu söylerken, haksız değil. Bu, gerçekten demokrasi açısından vahim bir şey.
 
       Ne var ki, Erdoğan’ın bir ‘mağdur’ olarak kendisini savunmasına zorlaştıran iki faktör var:
 
       Birincisi: yolsuzluk iddialarının iyi belgelenmiş ve güçlü görünmesi. İkincisi: Başbakan Erdoğan’ın daha önce başkalarına benzer operasyonlar yapıldığında kayıtsız kalmış olması, hatta onları açıkca desteklemesi. Haklı olarak soruluyor: Böyle şeyler, o zaman da vahim değil miydi?
 
       İşte bu iki zaaf onu ringte zayıf düşürüyor, vurucu darbe indirmesini zorlaştırıyor.  Zaten, dün bazı gazeteciler ve STK temsilcileriyle yaptığı dertleşme toplantısından da anlaşılacağı üzere, bir çeşit ‘sığınak psikolojisi’ içine düşmüş, yalnızca kendisiyle benzer fikirde olan dar bir çevreyle konuşmayı ve içini rahatlatmayı tercih ediyor.
 
       Bu psikoloji insana çok hata yaptırır!
 
·                                                *
 
      Geliyoruz ikinci darbeye; Başbakan Erdoğan kendisine yönelik darbenin vehametini kavrayınca, aynı derecede vahim bir darbe ile yanıt verdi: Anayasayı askıya aldı!
 
      Evet, fiili durum aynen öyle oldu. ‘Bağımsız Yargı’yı temsil eden savcıların emirleri polisler tarafından yerine getirilmedi. Savcılar değiştirildi. ‘Yürütme’, ‘Yargı’yı frenledi ve bir anlamda anlamsızlaştırdı. Üstelik Başbakan; “yargının, halk tarafından seçilmediği için milli iradeyi temsil etmediği” gibi uçuk yorumlardan medet umuyor, niyetini ortaya koyuyordu.
 
     ‘Yürütme’ ile ‘Yargı’ arasındaki boks maçı halen devam ediyor.  Henüz ‘knock-out’ yok ama sonuçta kim kazanırsa kazansın, her iki yanda da hasarın büyük olduğuna şüphe duyulmuyor. Başbakan ‘Yargı’yı yeniden düzenleyerek bu türden ‘suistimallere’ engel olunacağını söylüyor.  Ancak, o zaman da “Geriye bağımsız yargıdan ne kalır” sorusu karşımıza çıkyor.
 
      Ve tabii, bağımsız yargının olmadığı bir ülkedeki rejimin adının ‘demokrasi’ olup olmayacağı da…
 
·                                                *
 
 
   Aslında, bu iki darbeden söz ederken, 2007’den sonra ‘askeri vesayetle mücadele’ kisvesi altında TSK’ye vurulan darbeyi de hatırlamak gerekiyor. Başbakana karşı yürütülen operasyona benzer bir operasyon da askerlere karşı yapıldı, o darbenin de planlama ve koreografi olarak bir merkezden koordine edildiği şüphesi dile getirildi. Çok vahim şeyler yaşandı, çürük iddianameler ve düzme kanıtlarla insanlar zindanlara dolduruldu.
 
    Şu sıralar ringte bulunan boksörlerin ikisi de o operasyondan fevkalade memnun görünüyordu. 
 
    Şimdi, yeni darbenin ‘mağduru’ konumuna düşen Erdoğan ve arkadaşları uyanma emareleri gösteriyor ve geçmişin hatalarını düzeltmenin yollarını arıyorlar.
 
    Tüm geç kalmışlıklarına rağmen, umarım tez elden bulurlar diyorum. Çünkü masum insanları bir saat dahi zindanda tutmanın bir mazereti olamaz.
      
    Hele olnlar bir çıksın, sıra o zaman asıl yıkıcı darbeye; yani o kumpasları kimin, nasıl, nerede hazırladığı konusuna gelir ki; o tüm darbelerin anası olmaya adaydır!


Önceki ve Sonraki Yazılar