Batı'nın ikinci Cumhuriyetçileri

Artık kurtulma sürecine girdiğimiz AKP-Cemaat anti-laik karşı devrim teşebbüsü, bir atasözümüzü daha doğru çıkardı: “Bir musibet, bin nasihatten iyidir.”

Yıllardır, Cumhuriyettten nefret eden 2. Cumhuriyetçi denen aydın-kurusu akademisyenlere nasihat ediliyordu: Cumhuriyet, o dönemin şartlarında, Atatürk gibi bir dahi sayesinde, yapılabilecek bütün devrimleri gerçekleştirmişti.

Daha da fazlasına olan ihtiyaç, ancak Cumhuriyetin sağladığı aklilik içinde, sonraki kuşaklarca yapılabilirdi. Daha sonra yapılması gereken her hangi bir yenilik, o gün yapılmaya teşebbüs edilse, kazanımların hepsi kaybedilebilirdi.

Bu nasihatler, hiç işe yaramadı. Fakat ne zaman ki, ‘Yeni’ ve daha iyi bir Cumhuriyet kuracakları zannıyle destekledikleri musibetin, Türkiye’yi nasıl bir özgürlüksüzlük, akılsızlık, despotluk diyarı haline getirebileceği ortaya çıktı, o zaman “Kurucu Felsefe” vesaire gibi kavramlar kamuflajında, hiç değilse bazıları, yani işkembeden karşı-devrimcilere bağlı olmayanları, yanlıştan dönme adamlığını gösterdi.

Kendi mesleğine beş kuruşluk bir katkı yapamayan kifayetsiz muktedir akademisyenlerin, saygıyla bakılan bir tarihi devrime sorun icat ederek sözde akademik çalışma yapma kalpazanlıkları, sadece bize özgü bir hastalık değil.

Bu yıl Magna Carta’nın ilanının 800. Yıl dönümü ve bu tarihi olay, çeşitli ortamlarda anılıyor.

Latince yazılmış olan Magna Carta, Magna Carta Libertatum olarak da anılır, yani Özgürlükler Üzerine Büyük Sözleşme.

1215’de Kral’a karşı ayaklanan yerel İngiliz beyleri, Kral’a bu belgeyi imzalattırdılar. O güne kadar, Kral, kanunun üzerinde kabul edildiğinden çoğu zaman keyfi olan uygulamaları meşru addedilirdi.

Magna Carta’da kanun hakimiyetinden, kilisenin özgürlüğünden, ormanların, nehirlerin kullanımına kadar bir çok madde vardır.

Fakat, onu, tarihin en devrimci belgelerinden biri haline getiren bir tek asli ilke vardır: Hükümdar ve adamları, kanunun, hukukun üzerinde değildir. Bütün yurttaşlar gibi, Hükümdar da, kanun dahilinde hareket etmek zorundadır.

Sözleşmenin 39. Maddesi, bunu, şu veciz sözlerle ifade ediyor:
“Özgür bir insanın tutuklanması veya hapsedilmesi veya haklarından veya mülkiyetinden mahrum edilmesi veya kanun-dışı ilan edilmesi veya sürülmesi veya sahip olduğu itibar ve ünvandan mahrum kılınması ve bu maksatla zorla üstüne gidilmesi, sadece şu şart altında mümkündür: Emsalleri tarafından hukuka uygun olarak yargılanması ve ülkenin kanunlarına göre mahkum edilmesi.”

Sekiz yüzyıl öncenin vahşi döneminde, bu kadar ileri bir belge, o günden beri, bütün aklı başında insanlarca, layık olduğu itibarla anılmıştı. Fakat, Yirminci Yüzyıl’ın değer-tanımaz nihilistliği, bu belgeye de saldırmayı marifet saymaya başlamış; bazı meczuplar, onda, binbir kusur bulmaya başlamıştı.

Bu yüzyılda, Magna Carta’ya saldıranlar, artık birkaç kopuk entelden ibaret değil. Yale, Chicago, Harvard Üniversitesi gibi bir zamanların saygın kurumlarının, siyaset, tarih, hukuk profesörleri, birbiriyle yarışır halde, anti-Magna Carta makaleleri yazmakta.

New York Times’daki bir haber, Harvard’dan Tarih Profesörü Jill Lepore’nin Magna Carta’yı küçümseyen sözlerine yer vermiş.

Haberde şöyle yazılıyor:
“Magna Carta, imtiyazlı bir grup insanla, daha da imtiyazlı bir hükümdar arasında, dar bir kapsamda yapılmış bir anlaşmadır. Sıradan insanlardan veya bildiğimiz anlamda demokrasiden hiç bahsetmiyordu.”

Budalanın, bir tek, “Çok partili hayata geçilmemişti!” demediği kalmış.

Yine aynı haberde, “Ülkenin Kanunu” isimli bir kitap yazdığını öğrendiğimiz Yale Profesörü Akhil Amar’ın, “Bazan, geriye bakınca bazı şeyleri önemli sanırız.” dediğini okuyoruz. “Yok, Akhil Efendi, Magna Carta önemsiz, senin hezeyanın önemli!” demeli adama.

Hele, başka bir gün, yine New York Times’a yazmış Chicago Üniversitesi Profesörü Tom Ginsburg var ki, evlere şenlik.

Makalesinin başlığı: “Magna Cartaya hürmet etmeyi bırakın!”

Makale tam bir sefillik: Bir yandan, tarih boyunca zulme baş kaldıranların, Magna Carta’ya sarıldığından bahsediyor (son örnekler Gandi ve Mandela) öte yandan, bu sözleşmenin ne kadar etkisiz, önemsiz olduğunu isbata çalışıyor.

Eskiden, “Bu kadar cehalet, ancak tahsille mümkündür” denirdi. Bu Ginsburg’a, “Bu kadar mantıksızlık, ancak profesör olmakla mümkündür!” demeli.

Bizim 2. Cumhuriyetçilere “Ey ahmaklar sürüsü, Cumhuriyetin bir tek kadınlar için yaptığını düşünseniz bile, ona tapmanız gerekir!” demek haksız olmazdı.

Bu 2. Magna Carta’cılara da aynı sözü söylesek haksız olmayız.

Çünkü, Magna Carta’nın 8. Maddesi şu cümleyle başlıyordu:
“Hiçbir dul kadın, kocasız yaşamayı arzu ettiği sürece, evlenmeğe mecbur edilemez!”

Bunun, o gün için ne kadar önemli bir kadın hakkı olduğunu, Harvard’taki bir tarih profesörü anlamayabilir; ama, tarih okuyanlar, hatta, Güneydoğu’da yaşayan ve Allah’ın belası bir kayınbiraderle evlenmeğe zorlanan okuma-yazmasız bir dul kadın bile bilir.

İngiltere, sadece ‘emperyalizm’le “Güneşin Batmadığı İmparatorluk” olmamıştı.

Biz de, bir gün, Magna Carta’nın emrettiği türden bir Hukuk Devleti’ne kavuşursak, Magna Carta’yı benimsemiş ve hayata geçirmiş uygar ülkelere imrenmek zorunda kalmayız.

KÖKTENDiNCiNiN MAHKEMESiNDEN UYGAR MAHKEMEYE

Alkolizm batağından çıkmak için kökten-dine sarılan Başkan George Bush, sözde terörle mücadele için, Küba’daki üsleri Guantanamo’da askeri mahkeme kurmuş, önüne geleni, Amerikan tabii hukuk sistemi dışında yargılıyordu.

Bunlardan biri 2002’den beri hapiste olan El Kaide propagandisti, Ali al-Bahlul. 2008’de müebbet hapse mahkum edilmiş. Geçenlerde, federal temyiz mahkemesi, bu kararı bozmuş.

Gerekçe şöyle yazılmış: “Anayasa, sivillerin askeri mahkemede yargılanmasına, ancak savaş suçları için, mesela kasten sivillerin hedef alınması halinde, cevaz verir; oysa, Bay Bahlul’un spesifik bir saldırıyla ilgisi gösterilmemiştir.”

Kararı veren yargıçlardan David Tatel şöyle söylemiş, “Eğer Hükümet’in arzusuna uyulacak olsa, Meclis, aklına esen her suçu –mesela hırsızlık ve cinayeti- süregelen bir savaşla veya askeriyeyle bir şekilde ilgili diye, askeri mahkeme konusu yapabilir… Oysa, Amerika’nın sivil mahkemeleri, federal suçların yargılanması için anayasal organlar olmaları bir yana, bu işi gayet iyi yapmaktadırlar.”

Amerika, hiç değilse, sadece Guantanamo’daki gayrı-hukukilikle uğraşıyor. Bizim zavallı Türkiyemiz, bir yandan adaletin her yanını kanser gibi sarmış köktendinci bir illegal örgütü ayıklamaya çalışıyor; öte yandan, adaleti kendi aracı yapmaya çalışan köktendinci legal bir örgütü başından savmaya uğraşıyor.

Din devletinin ana karakteri

İsrael, eski Türkiye’yle birlikte Ortadoğu’nun en demokratik ülkesidir. İfade özgürlüğü var, partiler, meclis var.

Hatta, bir Arap ülkesinde olması imkansız bir özelliği var: Meclisinde, Filistinli/Arap milletvekilleri var.

Fakat, paradoksal bir şekilde, İsrael aynı zamanda bir Din Devleti. Bir çok mevzuatı, Yahudiliğin dikteleri altında yapılmış. Bu hafta dünya basınında, İsrail’den ilginç bir haber vardı. Din İşleri Bakanı, ki bizdeki Diyanet İşleri Başkanı’na karşılık olmalı, Reform Yahudileri’ni Yahudi saymadığını beyan etmiş.

İsrail’e hakim olan dini grup, Ortodoks Yahudiler. Anlaşılan, bu tipler, kendilerine göre daha mutedil, hoşgörülü olan Reform Yahudileri’nden hiç hazzetmiyorlar.

Netanyahu bile, koalisyon ortağı bu bakanın demecine karşı çıkmış.

Bir din devletinin ana karakteri: O dinden olduğunu iddia eden çeşitli gruplardan (tarikat, cemaat, mezhep, vs.) çoğunluğa sahip olan birinin, önce diğer gruplar üzerinde despotik bir hakimiyet kurmasıdır. Diğer dinlerden olanlarla, hatta dinsizlerle bile uğraşmak, daha sonraki iştir.

Despotik hakimiyet ancak zorla kurulur. Ortaçağ Avrupa’sının bitmek tükenmek bilmeyen din savaşları ve dökülen kanlar bu yüzdendir.

Bizim din devleti heveslilerinin, habire “Suriye’ye Saldıralım!” maceracılığının altında yatan motivasyon, içerde yapmaya tam hazır hissetmedikleri tekelleşme denemesine, bir labaratuvar bulma arzusudur.

TİTANiK YANLIŞ BENZETMEDiR


AKP’nin çökme sürecine girmesi, hoş sahnelere sebep oluyor.

En son, bir zamanların hem AKP’cileri hem de Cemaat’cileri olan; sonra, İç Savaş’tan sonra, birisi AKP’de, öteki, önce AKP’de, sonra Cemaat’te karar kılan; ama, bu kararlarında hiçbir dini mülahaza olmayan iki gazetecinin, Ali Bayramoğlu ve Ergun Babahan’ın kavgası dolayısıyla dile geldi: “Batan gemiyi, önce fareler terkeder!” benzetmesi.

Bazı yazarlar “Titanik” benzetmesi yaptı. İki bakımdan yanlış.

Birincisi: Titanik yepyeni, görkemli, buzula çarpmaya dayanıklı olmasa da yakışıklı bir gemi idi. Bizimkilerin kapılandığı gemi, bit pazarı eskisi, çalık, çirkin bir gemidir.

İkincisi: Yeni gemide, dolayısıyla Titanik’te, fare olmaz. Fakat, Türkçede çareler tükenmez: “Batan geminin malları, bunlar!”.

Önceki ve Sonraki Yazılar