Bu ülkenin kızları için

Kimdir? Nerelidir? Türkiye’nin hangi köyündendir? Bilmiyorum. Ama bugün oyumu onun için kullanacağım.

Daha çocukluktan çıkmadan kocaya verilmesin diye..

Okuyabilsin diye..

Yoksulluktan, cahillikten kurtulma şansı olsun diye..

Hayallerini gerçekleştirebilsin diye..

Çok zor değil bu. Hele imkansız, hiç değil.

Onun ve aslında HEPİMİZİN hayallerini gerçekleştirebiliriz. Bugün bunun için gideceğiz sandığa. Yanı başımızdaki Işid’le, Pakistan mı olacağız.. Yoksa yanı başımızdaki Avrupa’nın bir parçası mı..

Kızlarımız dünyaya, günahtan / yasaktan / kocadan / töreden korkmadan baksınlar diye.. Doya doya gülebilsinler diye gideceğiz sandığa.

Bu Pazar günü size rakamlardan, istatistiklerden, küresel listelerdeki utanç verici yerimizden söz etmeyeceğim. Az çok biliyorsunuzdur zaten.

Onun yerine, hayatı Anadolu’da geçmiş, sabit ve dar gelirli bir ailenin kızı olarak kendi öykümü anlatacağım..

İlk yıllarım Ankara’da gecekondu benzeri bir evde geçmiş. Sonrası, Sarıkamış. Ama, 1950’lerdeki çok yoksul, çok yoksun ve çok soğuk Sarıkamış. Ve daha pek çok kentin, Ankara’daki pek çok kenar mahallenin ardından, Van. İlk gençlik yıllarım Van’da geçti. Yani kapalı bir kutuda. Okuldan ev birkaç dakika sürerdi. Tabii dönüşü de. Günler neredeyse bundan ibaretti.

Annemin diktiği elbiseleri, mantoları giyerdik. Çanta ve naylon çorap söz konusu bile değildi. Sinema, biz Van’dan ayrılmadan kısa süre önce açılmıştı. Kitaplar, kent kütüphanesinden alınırdı. Işıklar, gece 9’da mum gibi yanmaya başlar, 10’da da sönerdi. Bu yüzden, kütüphaneden alınan kitaplar da, daha çok hafta sonlarında okunabilirdi.

Derken Ankara’ya döndük. Ben üniversiteye başladım. Ve daha üniversitenin ikinci sınıfında, yaz okulu için İtalya’ya gittim. İki kız arkadaşımla birlikte. Annem-babam bir an bile tereddüt etmedi göndermekte. Bir an bile güvensizlik hissettirmedi. Onların güveni yanımda, İtalya’ya gittim. Kimi zaman tek başıma, ülkeyi kent kent dolaştım. Bambaşka bir hayatın mümkün olduğunu Rönesans’ın beşiğinde gördüm, öğrendim. Parasızlıktan, çoğu kez günde tek öğünle yetinmek zorundaydım. O nedenle bir hayli zayıflamış.. Ama zihnim, yüreğim dopdolu döndüm.

Zannediyorum, işte o sırada keşfettim: Korkmuyorsanız.. Kendinize güveniyorsanız.. Adım atın! Deneyin.

Hayatımın bu dönemimde daha net kavrıyorum. Pek az şey korkutmuş beni. Şimdi ise hiçbir şey korkutmuyor. Ama ENDİŞEM var. Bu ülkeyi / hayatı devredeceğimiz çocuklarımız bizlerle aynı şansa sahip olsun. Yasakların, günahların, dogmaların, törelerin kıskacına alınmasın. Bugün işte bunun için kullanacağım oyumu. Bu ülkenin kızları için…

Adalet adil değilse…

Mahkeme, dayak yiyen kadının yanı sıra dayak atarken eli şişen kocayı da zarar görmüş kabul etti, birlikte yargıladı. Koca dayak atmaktan, kadın dayak yerken kocasının elinin şişmesine yol açmaktan aynı cezayı aldı.

“Pazar şakası”
falan değil. Bildiğiniz haber. Hem de Milliyet’in deneyimli ismi Gökçer Tahincioğlu’nun haberi.

Ankara 13. Asliye Ceza Mahkemesi, böyle bir karara imza attı. Gerekçesi de şuydu: olay günü aile içi tartışma yaşanmış, adam karısını şişe ile darp etmiş, kadın ise eliyle vurmuştu.

Kadıncağız yıllarca şiddet görmüş. Buna dair şahitleri varmış. Zaten daha önce dayanamayıp bir sığınma evine kaçmış. Kocasının tehditleri üzerine evine dönmek zorunda kalmış. Yeniden –ölesiye- dayak yedikten sonra mahkemeye başvurmuş.. Ve işte başına bu gelmiş. Mahkeme, kocanın eşini tehdit ettiğine ilişkin kanıt bulamayınca, her ikisine birden “dayaktan” AYNI CEZAYI vermiş: “Basit yaralama suçundan 120 gün adli para cezası.. Ve cezanın ertelenmesi..”

Aslında “Hükmü yok” bir seçim


Her seçim döneminde yaşadık bunu. Yüzler, gaflar, skandallar, “en”ler, unutulmazlar vs. vs.

Bu seçim ise, geriye tek bir şey bırakacak: Anayasayı hiçe sayan, yeminini açıkça çiğneyen, bağırmaya / gerilim üretmeye devam eden bir cumhurbaşkanı.
Böylesini sahiden hiç görmedik. Erdoğan; iktidar partisini, devletin tüm olanaklarını, kontrol ettiği veya “sindirdiği” medyayı, polisini arkasına aldı.. O kadar ki, TRT’nin –yani bir kamu kurumunun- canlı yayın aracını partisinin emrine tahsis ettirdi. Bütün bunlarla adeta Türkiye’nin üzerine abandı!

Yüksek Seçim Kurulu, mitinglerine yönelik şikayetleri “Cumhurbaşkanı konusunda yapabileceğimiz bir şey yok” diye geri çevirdi.

Hoş, çevirmeseydi de “Cumhurbaşkanı miting yapamaz” diye karar verseydi ne yapılabilirdi? Erdoğan’ın Beştepe’den çıkmaması sağlanabilir miydi? Bilmiyorum.
Zaten bu sorulara da gerek kalmadı.

Erdoğan, televizyonları saatlerce işgal ederek.. Miting yaptığı şehirlerde korku estirerek kampanyasını yaptı.

Diyeceğim, 7 Haziran aslında buradan bakınca eşitsiz / adaletsiz ve dolayısıyla yok hükmünde bir seçim.

Elbette sandığa gideceğiz. Ama bunu tarihe not düşmeyi de ihmal etmeyeceğiz. Hiç unutmayacağız.

Çok sarsıcı

Seçim arifesinde Diyarbakır'daki bombalı saldırı, çok ama çok vahim bir olay. Hele hele ölümlerin, ağır yaralanmaların söz konusu olduğu bir saldırı.. Yüreğim paramparça.

Elimden de başsağlığı dilemek ve “bir daha olmasın” diye ümit etmekten başka bir şey gelmiyor.

Ancak..

Türkiye’yi yönetenler, olayı başsağlığı dilekleriyle geçiştiremez. Hele Diyarbakır Emniyet Müdürü.. “Trafo patlaması” diye açıklama yaptı. Oysa, hemen ardından Enerji Bakanı “patlama trafoda olsa kapısı içeri değil, dışarı doğru fırlardı. Üstelik trafonun içinde herhangi bir hasar yok” dedi.

Yani, hiç deneyimi olmayanların bile hemen anlayabileceği bir durum varken, Emniyet Müdürü trafoya yüklendi. Bu hatasını düzeltmek elinde. Bir an önce vahşi saldırıyı aydınlatarak…

Önceki ve Sonraki Yazılar