Ölüm ilanları

Yaşlandıkça garip huylar ediniyorum. Şimdi de bunlara “ölüm ilanlarını okumak” eklendi. Ölüm ilanları en fazla Hürriyet Gazetesi’nde çıkıyor. Ben bu ilanları her gün teker teker okuyorum.

Yıllar önce ölüm ilanlarına göz bile atmazdım. Anam-babam, arkadaşlar, yarenler, akrabalar bu diyardan göç etmeye başlayınca göz atar oldum. Acaba aralarında bir tanıdık, bildik var mı diye rahmete kavuşanların isimlerini okur oldum.

Şimdi ölüm ilanlarındaki her bir satırı okuyorum.

                                                                     ***

Rahmetli kaç yaşında vefat etmiş, anası babası kimmiş, varsa eşi, evlatları, torunları, akrabaları, kimler? Hangi memleketten, hangi dine mensup? Cenaze hangi cami/cem evi/kilise/sinagogdan kalkacak? Nereye defin edilecek? Bu soruların hepsi artık beni ilgilendiriyor.

Bazı ilanlara takılıp kalıyorum. Acaba nasıl bir ömür sürdü, mutlu muydu, diye kendi kendime sorguluyorum. Nedense rahmete kavuşanın geçmişi ile ilgili üstüme vazife olmayan bir sürü ayrıntıya kafa yoruyorum.

Belki size deli saçması gelecek, ölen genç ise hiç tanımadığım, bilmediğim bir kişi için birkaç damla gözyaşı döktüğüm de oluyor.

                                                                     ***

Neden böyle yapıyorum?

En basit cevap belki de en doğru cevap!

Artık iyice farkındayım ki:

 “Yetişmek için menzile/Gidiyorum gündüz gece.”

Bana öyle geliyor ki, son yıllarda doludizgin yol almaktayım. Artık “geçen yıllar”  bana “dünkü gün” gibi gelmeye başladı.

Ölümün ne olduğunu bilememek de beni çok etkiliyor. Bilimsel yayınlar, felsefe çalışmaları, kutsal kitaplar ölüm hakkında çok değişik şeyler söylüyorlar. Ancak, sanki “ölüm her şeyin sonudur” diyen rasyonalistler de, ölümden sonra “yaşanacakları” bütün detayları ile tarif eden mutlak inanç sahipleri de içlerinin bir köşesinde verdikleri tariften bir nebze de olsa şüphe duyuyorlar.

Ölüm ne?

Ölüm hakkındaki kuramlarını illa ki deney ile ispatlamak ihtiyacı duyanlar bu sorunun cevabını hiçbir zaman veremeyecekler.

Deneyledikleri an o sırada “yaşananları” kayda geçirecek akıl, ifade edecekleri dil ellerinden alınmış olacak.

Zaten ölümü bu kadar ilginç kılan “bilinmezliği”. (İnançtan bahis etmiyorum.)

                                                                     ***

Dünyada bir gün mutlaka öleceğini bilen tek canlı insanmış!

Hayvanlar öleceklerini bilmezlermiş.

Ölüm kavramı olmadığı için hayvanlar âleminde “ezel” kavramı da “ebed” kavramı da yok. “Son” ne demek bilmiyorlar. “Usta paydos”dan da haberdar değiller.

Hayvanlarda “zaman” kavramı yok.

Onlar zamansızlar. Geceyi gündüzü biliyorlar ama dünü, bugünü, yarını bilmiyorlar.

Aklen ve beceriler itibari ile biz insanlar hayvanlardan üstünüz ama daha mı mutluyuz, bilen beri gelsin.

Hayvanların en akıllısı, en sadığı ölüsünün başında iki saat duruyor. Sonra her şey galiba hafızadan siliniyor. Geriye hatıra falan kalmıyor. Hayvanlar olacakları düşünüp kaygılanmıyorlar. Ancak tehlikeyi gördükleri an tanıyıp, tedbir alıyorlar.

                                                                     ***

Biz ölümü bildiğimiz için korkuyor, endişeleniyor, plan yapıyor, bilimle uğraşıyoruz. Sanki tek derdimiz ölümü geciktirmek.

Albert Camus “tek felsefi sorun intihardır”, demiş.

Ona göre tek gerçek “yaşamak” ve dolayısı ile felsefenin tartışacağı ana mesele “yaşamı sonlandırma kararı” !

Camus, “intihar” ve “saçma” kavramları etrafında yaşamı değerlendiriyor.

 “Hayat aslında yaşamaya değmeyecek kadar saçmadır, ancak bununla birlikte yaşamak gerekir”, diye bir sonuca varıyor.

Öte yanda 90’lara merdiven dayamış, bütün gün ağır alzheimer hastalığından muzdarip hanımı ile ilgilenmek zorunda olan bir büyüğüm uzun uzun yaşadıklarından haklı olarak şikâyet ettikten sonra birdenbire bana:

 “Hayat yine de yaşamaya değer!” deyivermişti. 

Onun görüşü Albert Camus’un görüşü ile ters mi düşüyor, yoksa ikisi de aynı şeyleri mi söylüyorlar bilmiyorum.

Zira büyüğüm de yaşadıklarını “saçma” buluyor ama yine de hayata asılıyor.

                                                                     ***

Her sabah ölüm ilanlarını büyük bir dikkatle okuyorum. Her sabah tanımadığım insanlara kafa yoruyorum. Her sabah kendime “ne zaman öleceğim?”, “ölüm ne?” diyerek cevaplarını hiçbir zaman öğrenemeyeceğim sorular soruyorum.

Yine her sabah:

 “Ne doğan güne hükmüm geçer,/Ne halden anlayan bulunur;/Ah aklımdan ölümüm geçer;/

Sonra bu kuş, bu bahçe, bu nur.

Ve gönül Tanrısına der ki:/- Pervam yok verdiğin elemden;/Her mihnet kabulüm, yeter ki/

Gün eksilmesin penceremden!” (Cahit Sıtkı Tarancı)

 

 

  

Önceki ve Sonraki Yazılar