Basını tehdide devam

Yeni Şafak’ta yazan Cem Küçük, Taraf’ta vaktiyle Mehmet Baransu’nun yaptığına benzer bir işlev yapıyor: Açılacak veya açılıp açılmamasına karar vermek üzere test balonu atılan davaların haber tellallığı.


Bu hafta üst üste iki yazı yazdı. Başlıkları: “28 Şubat"ın medya aktörleri için yeni dava geliyor!” ve “Aydın Doğan"ın 28 Şubat"taki aktif rolü!”.


Cem Küçük’ün, “Harp Akademileri Komutanı Erol Özkasnak, Hulki Cevizoğlu"nun Ceviz Kabuğu programında, ‘Bizim yaptığımız darbeydi’ dedi ise, bunun medya ayağı Aydın Doğan"dır.” deyişinden anlıyoruz ki, bu yazıların hedefi Aydın Doğan’dır.


Küçük’ün, Emekli Tümgeneral Özkasnak’ı, omuzuna 1-2 yıldız daha ilave edip, o’nu Harp Akademileri Komutanı olarak sunması, bir hafıza yanılması mıdır, yoksa klasik bir kara propaganda yalanıyla ‘haberi’ köpürtme midir, bilemeyiz.


Ama, şu kesin ki, iktidarın talepleriyle budana budana kuşa dönen Hürriyet, hâlâ istedikleri kıvama gelmemiş.


Anlaşılan, Yeni Şafak veya Yeni Akit haline gelmeden, Hürriyet üzerindeki baskılar, bitmeyecek.


Fakat, Cem Küçük eliyle basının tepesine asılan Demokles’in Kılıcı, sadece Aydın Doğan’ın tepesinde değil. Fatih Altaylı, Uğur Dündar, Fatih Çekirge, Sedat Ergin, Ali Kırca, Reha Muhtar, yani halen aktifi, pasifi herkes sayılmış, yargılanması gerekenler arasında.


Hâlâ hükümeti desteklemeye devam eden ‘liberaller’ (Türkçesi, “özgürlükçüler”) var.


Biz Türkiye’de özgürlükler yok edilmekte diyoruz; onlar için böyle bir sorun yok.


Onlar mı haklı, biz mi?

Bir bilgeye soralım: Thomas Jefferson.

 

"Bütün özgürlüklerimiz basın özgürlüğüne dayanır ve bu özgürlüğün sınırlandırılması, yok edilmesi demektir" .


Ya, bizim majestelerinin liberalleri yanılıyor; ya da, Jefferson.


“DAHİ DİKTATÖR”

Kapağında Atatürk resmi olan ve adı “Dahi Diktatör” olan, KA Yayınları'nın yeni bir kitabı elime geçtiğinde, önce irkildim. Çünkü “kötülükçü dahi” (İng.: “evil genius”) gibi bir kavram vardır ve bu kavram, Hitler, Stalin gibi çok başarılı ve çok kötü kişilere veya James Bond türü romanlarda, dünyaya hakim olmaya çalışan manyak bilim adamlarına filan verilen bir isimdir. “Dahi Diktatör” kavramı da, bana, bunu hatırlattı.


Fakat yazarının ünlü bilim adamı, Atatürkçü, Celal Şengör olduğunu anlayınca, biraz rahatladım. “Diktatör” kavramını da, Roma’daki en eski anlamında, yani “bir olağanüstülükle baş etmek üzere birisine, olağanüstü siyasi yetkiler verilmesi” anlamında kullandıklarını ifade etmişler. Yine de, kitabın ismini, içeriğindeki büyük lezzete uygun bulmadığımı söylemek zorundayım.


Kitabın ana tezi şu: Atatürk bütün yaptıklarını, bir bilim adamı titizliği içinde, bilimsel yöntemler kullanarak yaptı; başarısının sırrı buradadır!


Bu kitap, Celal Şengör’ün, kitabın yayıncısı Emrah Akkurt’la yaptığı sohbetin bir dökümü; dolayısıyla, Atatürk hakkında bir mini-biyografi olma iddiası taşımıyor. Fakat, bir sohbetin hafifliği içinde, Atatürk’le ilgili o kadar güzel detaylar veriliyor ki, kitap bir dedektif romanı sürükleyiciliğinde, bir çırpıda okunuyor.


“Dahi Diktatör”ün, bugüne kadar yazılmış Atatürk kitaplarının hemen hepsinden farklı bir yönü var: Bu kitap, Atatürk’ün, kendini içinde bulduğu veya yarattığı enteresan olaylar hakkında bir malumat kırkanbarı halinde değil; sistematik; Atatürk’ün hangi asli karakterinin, o enteresan olayda ortaya çıkışını anlatan bir tespitler dizisi halinde. Dolayısıyla, bu formüler özelliğinden dolayı, çok az sayfa okuyarak, Atatürk’ün dahiyane nitelikleri hakkında, çok şey öğreniyorsunuz.


Mesela, Sakarya Savaşı’nı, bir sivil spor kıyafet içinde idare ettiğini; kazandıktan sonra, hiçbir kimseye haber vermeden, karşılayıcı, alkışlayıcı beklemeden, külüstür bir Ford araba içinde, elinde beyaz deri eldivenlerle, sivil olarak Çankaya’ya sessizce döndüğünü öğreniyorsunuz.


Ben bilmiyordum, bu sivil kıyafet işini. Sebebini, Şengör de söylememiş. Ama, kendisinin Meclis ve Hükümet Başkanı olması ve kuracağı devletin bir asker devleti değil, sivil bir devlet olacağı fikriydi herhalde, onu böyle giyinmeye sevk eden.


Sivil oldukları halde, asker üniformasını hiç çıkarmamış Hitler ve Stalin gibilerle, hayatı askerlikte geçmiş ama sivil kıyafetle savaş yönetmiş bir Atatürk’ü kıyaslarsanız, o gerçekten “zorba” anlamındaki diktatörlerin devletiyle, Atatürk’ün kuracağı devleti kıyaslamış olursunuz.


Kitap buna benzer birçok ilginç ayrıntıyla dolu.


Bu kitabın eleştirilecek yanı yok mu?


Atatürk’ü anekdotal olarak anlattığı kadarıyla eleştirilecek yanı yok; fakat, neden ve nasıl yaptığıyla ilgili, Şengör’ün kendi görüşleri açısından eleştirilecek yanları var.


Şöyle ki, akademik bir bilim adamı olarak Şengör, kendi alanı olan jeoloji biliminde, fakültede öğrendiklerini, bu alanda okumalarını, deneylerini, dinlediği konferansları, vs., kullanarak, kendi bilimsel ürünlerini vermiş olmalıdır.


Kendisinin takip ettiği bu bilimsel üretim sürecini, adeta aynen Atatürk’ün de takip ettiğini ima ediyor. Sanki, Atatürk de, yaptığı her şeyi, kendisinde önceden var olan bilimsel müktesebat terazisine vurup, ona göre davranmış gibi sunuyor, O’nun yaptıklarını.


Bir bilim adamı, Şengör’ün tasvir ettiği şekilde davranır; ama bir dahi, daha önce üzerinde hiç düşünmediği, çözümü için elinde hiçbir aletin önceden olmadığı bir sorun karşısında da, doğru düşünmeyi becerir ve çözüm için bir alet gerekiyorsa onu keşfeder. Atatürk’ün dehasıdır onu başarıya götüren -daha önceden öğrendiği, hazır bir formüller dizisi ve yanında bulundurduğu bir aletler seti değil.


Profesör Şengör’ün, iyisi de olsa, herhangi bir bilim adamı ile bir dahi arasındaki farkı tam anlamamış olduğunu gösteren bir başka örnek verelim. Şöyle söylemiş:


“Mesela büyük Alman astronomu Johannes Kepler (1571-1630), Isaac Newton’un bilgilerinin çoğuna sahip olduğu halde onları tamamen kodlamak için gerekli diferansiyel ve integral hesabı bilmediğinden Newton’un keşfettiklerini keşfedemedi, yani bilgisi Newton’unkinden eksik kaldı.”


Bence yanlış bir yargı. Kendisinden 75 yıl önce yaşamış, dahi Kepler olmasaydı, dahi Newton, kendi adıyla anılan kanunları, yani Kepler’den bir adım ileride olan kendi kanunlarını, muhtemelen keşfetmemiş olurdu; belki, sadece, Kepler’in keşfettiklerini keşfederdi. Kepler’in sorunu “gerekli diferansiyel ve integral hesabı” bilmemek, yani belirli bir alete sahip olmamak, değildi; böyle bir aleti gerekli kılan fiziki fenomenleri bilmemek idi. Kepler sonrası gelen Newton, ondan daha çok fiziki hadise bilebildiği için, bu bildiklerini matematiksel bir şekilde ifade etmek üzere “diferansiyel ve integral hesap” denen aleti, kendisi keşfetti. Eğer, Kepler’in fizik dünyayla ilgili bilgisi, Newton kadar olsaydı, muhtemelen o da aynı aleti keşfederdi.


Hulasa, kitaba yapacağımız itiraz, sadece Şengör’ün bilim felsefesi konusunda kitaba koydukları.


Fakat, Atatürk’ün dehasının, nerede, nasıl tecelli ettiğini, bu kadar zevkli ve özlü bir şekilde anlatan başka bir kitap da okumadım.


TEOKRASİ GELMİŞ BİLE!
Bu hafta otomobilde radyoyu açtım; birisi, habire, Arap isimleri sayıyor: Ebu Falanca, Filanca Bin Falanca, vs.


Otuz kırk isim saydı. Bir an, yanlışlıkla radyonun bir dinci kanala çevrildiğini zannettim. Kadrana baktım: NTV Radyo. Yani, yanlışlıkla çevirmemişim. Sonradan anladım ki, konuşan Başbakan Davutoğlu. Konuşmadaki, duraklamalardan ve dil sürçmelerinden anladım ki, prompter’dan değil, irticalen konuşuyor.


Meğer, yapacakları “Alevi Açılımı” projesini, partisine tanıtıyormuş.


Konuşmasının özü: Alevilik ile Sünnilik arasında pek öyle fark yokmuş; isimlerini saydığı bu büyük fakihler, âlimler de bu tezi destekliyormuş. Halbuki, bugünün Türkiye’sinde, bazı münafıklar, bambaşka bir Alevilik uydurmuşlar, vs.


Söyledikleri doğru mudur, yanlış mıdır? Beni ilgilendirmiyor; bu işin hafif yanı.


İşin ağır yanı, laik bir ülkenin bir Başbakanı'nın bu konulardan bahsetmesi.


Sana ne be adam! Milletin neye inanıp neye inanmayacağı, senin konun mu?


Bir başbakan olarak, senin vazifen, kim neye inanıyorsa veya inanmıyorsa, o insanın, o konumuna halel gelmemesini emniyet altına almaktır.


Sen, Başbakan olarak, “buna inanın, şuna inanmayın” telkini yaparsan, ülkenin Anayasa’sını ihlal etmiş olursun.


“Teok

rasi”nin kelime anlamı, “Tanrı’nın Yönetmesi”dir. Tabii, bunun pratik uygulaması, o ülkedeki dine göre, o dine ait vaizlerin, mesela İslam’da imamların, “Tanrı Adına” yönetimi halinde olur.


Mezun olduğu lisesi, İmam-Hatip olan bir Başbakan’dan dinlemediğim kadar uzun bir vaazı, Almanca eğitim yapan bir kolejden mezun bir Başbakan’dan dinledim, o gün radyoda.


Bir zamanlar ülkede “Teokratik Devlet” kurulması tehlikesinden bahsedilirdi.


Artık, olan bitenden “tehlike” diye bahsetmenin anlamı yok.


CHP VE ALGILAR
Sosyal medyada ve CHP’ye sempatik bakan basında, son zamanlarda, ciddi bir CHP yönetimi aleyhtarlığı görülmekte.


Nitekim, bu hafta CHP’den kopan bazı kişilerin, yeni bir parti kurduğunu öğrendik.


CHP’nin seçim başarısızlıkları, bir yönetim sorunu mudur, yoksa yönetim ağzıyla kuş tutsa bile, halkın ancak bu kadarcık bir oranı mı, bu partiyi destekleyecektir?


Fakat, anlaşılan, partinin geleneksel seçmen kitlesinin önemli bir kısmı, son iki seçimde oy sandığına gitmemiştir. Bu, enteresandır. Çünkü insanlar yönetimini onaylamasa bile, asli niteliğinden dolayı tercih ettikleri partiyi desteklemeye devam eder.


Anlaşılan, CHP, kendilerine geleneksel olarak oy vermeyen kitleye cazip görünmeye çalışırken, kendi geleneksel seçmeninin bir kısmında, partinin asli niteliği hakkında, menfi bir algı oluşturmuştur.


Bu menfi algı, üç konuda yoğunlaşıyor: Cemaatle yakınlaşma, PKK’yla flört ve Cumhuriyet’in kuruluş dönemiyle kavga.


Eğer, CHP, sahiden Cemaat kontroluna girmiyorsa, artık sağır sultanın bile duyduğu bu yasadışı oluşum hakkında fikirlerini açıkca beyan etmek durumundadır.


Şu ana kadar CHP’nin Cemaat konusunda yaptığı şey, sadece, Hükümet’in, Cemaat’cileri adliyeden ve polisten temizleme çabalarına karşı çıkmak oldu. Evet, Hükümetin, Cemaat yerine kendi taraftarlarını koymasına karşı çıkılmalı, ama Cemaati temizleme konusunda da CHP bir şeyler söylemeli, yapmalı.


PKK konusunda doğru tutum, bir terör örgütü karşısında, evrensel ilkeler açısından, hangi pozisyonda olunması gerekiyorsa, o pozisyonda bulunmaktır. Kürtlerin insan haklarını savunmak, o hakları en az devlet kadar ihlal etmiş PKK ile mücadeleyi gerektirir.


Oluşmakta olan menfi algılar durdurulmazsa, partinin yaptığı her sıradışı şey, bu algıların kuvvetlenmesine sebep olur.


Çeşitlilik olarak, Cemaat’le alışverişte olmadığı anlaşılan bir Mehmet Bekaroğlu’nu almanız doğru olabilir; ama, kongre usulleriyle bu şahsı kayırmış görünürseniz, seçmen kitleniz, bunu, Bekaroğlu’nun, "Bir Cemaatin böyle bir yapılanması varsa o artık örgüttür, sorundur." diye Cumhuriyet’e demeç verdiğini bile bilmeden, partinin Cemaat’cileşmesi olarak görür.


Kobani’ye müdahale konusunda, insani endişelerle, üzerinde fazla düşünmeden anlamsız bir teklifte bulunursunuz, sizin PKK’yla flört ettiğiniz algısına sebep olursunuz.


Partinizin ileri gelenleri, bir İsyan Hareketi’nin bastırılması işini, dünyadaki her İsyan-ve-Bastırma ikilisine eşlik eden acılar ve trajediler yüzünden, adeta “Cumhuriyet’in Dersim’deki Zulmü” olarak takdim ederse, partinizin, siyasi İslamcılar gibi, Cumhuriyet düşmanı bir parti haline evrildiği algısı oluşur.


Eğer, bu algılar doğruysa, Atatürkçülerin bu partiden kaçmaktan başka çaresi yoktur.


Eğer, yanlışsa, bu parti, şu ana kadarki dilini, tavrını hemen değiştirmelidir.


Atatürkçüler bu partiden kaçarsa, CHP’nin baraj altı kalması ve hiç ümitsiz görünen yeni partilerden birinin, hatta bir kaçının barajı geçmesi sürpriz olmaz.



Önceki ve Sonraki Yazılar