Çok alametler belirdi: Merkez Bankası kavgası

Kapitalizm, 1970’lerde tarihinin en büyük krizlerinden birine girdiğinde, bunu öncekilerden ayıran yepyeni bir olgu vardı: Stagflasyon!
Bu ise şu anlama geliyordu: Normal şartlarda enflasyon artarken işsizliğin azalması, düşerken ise artması gerekirdi; çünkü enflasyon artışı ekonominin genişlemesine, düşmesi ise daralmasına işaret ediyordu.

Oysa 70’lerdeki krizde hem enflasyon hem de işsizlik aynı anda artıyor; yani kapitalizm “enflasyon içerisinde durgunluk” gibi daha önce görülmemiş bir durumla karşı karşıya kalıyordu.
İşte bu krizi çözmek için gündeme getirilen neoliberal iktisat politikalarının önemli ayaklarından biri “monetarist iktisat anlayışı” olacaktı.
Milton Friedman’ın etrafında toplanan ve “Chicago Okulu” olarak adlandırılan iktisatçılar ekolünün geliştirdiği moneratizme göre, devletin ekonomiye müdahalesi minimum seviyeye çekilmeli, bu müdahaleler “para politikası” aracılığıyla yapılmalı, temel hedef ise enflasyonun düşük tutulması olmalıydı.
Monetaristlere göre enflasyonla piyasadaki para miktarı arasında doğrudan bir ilişki vardı ve Merkez Bankaları para politikalarını “enflasyon hedeflemesi” doğrultusunda belirlemeliydi.
Ancak bir sorun vardı: Merkez Bankaları “bağımsız” bir para politikası izleyemiyordu; çünkü hükümetler özellikle seçim dönemlerinde, ekonomiye canlılık kazandırmak adına “gevşek” para politikaları izliyorlar ve para arzını artıyorlardı. Bu “popülist” politikalar ise enflasyonla sonuçlanıyor ve kapitalizm yeniden krize giriyordu.

O halde ne yapılmalıydı?
Çare Merkez Bankalarının “bağımsız” bir statüye kavuşturulması ve hükümetlerin izlediği popülist/ enflasyonist politikaya mukabil, “sıkı” para politikaları izlemeleriydi. Böylece kapitalizmin krizleri engellenebilecek/ertelenebilecekti.
Türkiye ekonomisinin 90’larda yaşadığı krizin çözümü için neoliberal program Kemal Derviş tarafından uygulamaya konulduğunda, bunun temel ayaklarından biri “Merkez Bankasının bağımsızlığı” oldu.

Çünkü “bağımsız” Merkez Bankası, tıpkı özelleştirmeler ya da “devletin küçültülmesi” gibi, neoliberal bir programın olmazsa olmazlarındandı.
AKP, 2002 yılında Türkiye kapitalizminin krizini çözme iradesinin bir ürünü olarak iş başına geldiğinde/ getirildiğinde, emperyalist merkezlerin istekleri doğrultusunda, neoliberal programa sadık kaldı ve onu daha da derinleştirerek devam ettirdi.

Merkez Bankasının bağımsızlığı da bu neoliberal programın bir parçasıydı ve AKP iktidarı on üç yıl boyunca bu programın ve bağımsızlığın üzerine titredi; Mehmet Şimşek ve Ali Babacan’ın bu yıllar boyunca kabinenin değişmez bakanları olması bu tutumun en sembolik ifadesiydi.

Son zamanlarda Erdoğan’la Merkez Bankası arasında vuku bulan faiz kavgası yukarıda özetlemeye çalıştığım perspektif üzerinden okunmazsa, olan biteni anlayamayız.
AKP, anti-kapitalist ya da anti-emperyalist bir siyaset izlememektedir, bunu yapması zaten imkânsızdır ama Erdoğan eliyle ve inşaat sektörü üzerine kurulan “paralel ekonomi”nin devam etmesi için faizlerin aşağıya çekilmesi şarttır.

Dahası Saraydan yönetilecek bir tek adam rejiminde, bütün kurumların özerkliğinin ortadan kaldırılması hedeflenmektedir; Erdoğan Merkez Bankasıyla bu yüzden de kavga etmektedir.
 Dolayısıyla esas kavga başında tek adamın bulunduğu “aile-devletinin ekonomi-politiği”yle, küresel kapitalizmin mantığı arasındadır ve açıkça AKP içi potansiyel bir kriz başlığına işaret etmektedir.
Bu kriz, rejimin kaderini belirlemeye adaydır ve dikkatle izlenmelidir; çok alametler belirmiştir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar