Hanefi Avcı ve hakikat arayışı

 Bundan 30-40 yıl öce Türkiye’de niçin polisiye roman yazılmadığı sorusuna verilen yanıtlardan biri şöyleydi:


“Bizde öyle uzun uzun yazacak bir polis soruşturmasına gerek duyulmaz da ondan. Alırsın şüphelileri mahzene, basarsın falakayı, öğrenirsin katili… Çok gecikmeden itiraf ederler, hatta gerçek katil olmasalar bile!”


Kara mizah türünden bu yanıt, ne yazık ki, ürkünç bir gerçeği dile getiriyordu. Kara mizah hemen her zaman kısmen doğrudur aslında, hatta, hakikati suratımıza çarptığı için, bazen doğrudan da doğrudur!


* * *


Türkiye’de polisiye yazmak hâlâ zor. Ama bunun nedeni farklı: Ülkemizde polisiye konusu olabilecek öyle şeyler yaşanıyor ki, ilginç konu uydurmak neredeyse olanaksız. Her gün olup bitenler gerçeğin sınırlarını fena halde zorluyor. Birilerine anlatmaya kalkacak olsanız, hele yabancı iseler, inanmıyor, “Yok ya, böyle şeyler olamaz!” diyorlar.


Son örnek Hanefi Avcı’nın başına gelenler… Ünlü bir polis müdürüydü, bir kitap yazdı, hayatı kâbusa döndü. Hiç ilgisi olamayacak davalarda, hiç ilgisi olamayacak insanlarla birlikte kendisini sanık sandalyesinde, cezaevi otobüsünde ve hücrede buldu. Sağ eğilimli bir polis olarak şöhret yapmıştı, bir sol terör örgütünün elemanı olmaktan 15 yıl dört ay hapis yedi…


Türkiye’de karanlık bir dönem sona erer zindanlar boşalırken en son tahliye edilenlerden birinin o olması anlamlıdır. Onu “içeri atan güç” en çok onu kapalı tutmak için uğraşmış olmalı. Çünkü o “dokununca yananlardan” değil, dokunanları yakanların adamı olarak tanınıyordu…


Ama bir noktada, sanırım “simonlaşmama” çabası, onu hiçbir polisiye romanda layıkıyla anlatılamayacak bir yaşam öyküsüyle karşı karşıya bıraktı.


* * *


2010 yılında Hanefi Avcı’nın hayatını değiştiren Haliçte Yaşayan Simonlar kitabı çıktığında Radikal’de çıkan köşe yazımda sormuştum:


“İlk ıslığı Hanefi Avcı mı çaldı?”


Devam etmiştim: Bakalım şimdi ne olacak? Avcı’nın yazdıkları bir ihbar kabul edilerek devleti ele geçirdiği anlaşılan güce karşı mücadele mi başlayacak, yoksa kabak Avcı’nın başına mı patlayacak?


İkincisi oldu. Avcı, kimlerle karşı karşıya bulunduğunu çok iyi bildiğinden , kitabı çıktığında “bunların hayatımın bundan sonrasını zindan edeceğini biliyorum,” demişti. Haklı çıktı. Ama öyle sanıyorum ki, bu kadarını kendisi bile beklemiyordu.



* * *



Nedim Şener ile Ahmet Şık’ın da sanık olarak yargılandığı Oda TV davasının birçok duruşmasını takip ettim. Tuhaf bir davaydı. Bir çeşit çete oluşturdukları iddia edilen insanların bir kısmı daha önce birbirlerini hiç görmemişti. Çoğu gazeteci, akademisyen ve aydındı. Bambaşka bir ortam ve geçmişten gelen, hatta işkence suçlamalarıyla karşılaşan Hanefi Avcı’nın onların arasında kendisini ne kadar yalnız hissettiği belli oluyordu.


O duruşmalar Türk basın tarihine altın yaldızlı sayfalar olarak geçecektir, çünkü orada gazeteci arkadaşlarımız mahkeme salonunu bir “haber merkezi”ne ve basın özgürlüğü savunusu platformuna dönüştürdüler. İleride kitapları yazılacak, filmleri çekilecektir…


Bu arada, aynı salonda ama sanki onlardan ayrı, sanık iskemlesinde yorgun bir bürokrat edasıyla süklüm püklüm oturduğu izlenimi veren Avcı, söz alınca derhal canlanıyor, gizli telefon dinlemesine ve bilgisayar manipülasyonlarına dayanan kanıtları birer birer çürüterek yaklaşan Ergenekon’daki büyük çöküşün işaretlerini veriyordu.


* * *


Son haftalarda sonuçlarını seyrettiğimiz o çöküşü hazırlayanlardan birinin Hanefi Avcı olduğu hatırlanacaktır.


Öyle sanıyorum ki, Avcı, Türkiye’ye Engisizyonvari bir dönem yaşatan o “kumpas”ın çözülmesinde de önemli roller oynayacak konumdadır.


Avcı, Haliç’teki Simonlar adlı kitabında, bir tarafın yaptıklarını görmeyip salt öteki tarafa yüklenmeyi “simonlaşma”nın işaretlerinden biri olarak anlatmıştı. Bu sendrom ne yazık ki çok yaygın. Umarım Avcı ona karşı bağışıklık kazanmıştır. Umarım tüm gerçekleri dile getirir.


Çünkü, kurumlara inancın sıfırlandığı bu dönemde, Türkiye’yi ancak hakikat kurtarır!



Önceki ve Sonraki Yazılar