Devlet namaza durduğunda

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun Meclis kürsüsünden “Cuma günleri öğle tatilinin ibadet hürriyetini engellemeyecek şekilde kullanılabilmesi için Başbakanlık genelgesi taslağı hazırladık” diye duyurduğu düzenleme,  Cumhuriyetin kuruluşundan beri süren bir çatışmanın, devlet ve toplum arasındaki “din” meselesinin bir tezahürü…  
Meselenin kuru kuruya “laiklik” kavramı çevresinde tartışılması olayı bulandırıyor, çünkü olarak tartışılsa da asıl konu kamu alanının “özerkliği”.
Kamu adına ve kamu için üretilen her tür hizmetin “din de dâhil” her tür güçten “bağımsız” olabilmesi. Adalet, güvenlik, eğitim, sağlık gibi kamunun üstlendiği temel hizmetlerin bütün vatandaşlara ve insanlığa koşulsuz ve eşit olarak verilmesi…
Türkiye’de kamu düzeninin en büyük problemi de bu; “özerk” olmayan, kamu hizmetini esnaflıkla, lonca düzeniyle karıştıran kamu görevlileri.
Anayasa’daki temel haklarını kullanarak toplantı ya da gösteri yürüyüşü yapan öğrencilere, emirlerin fersah fersah ötesinde hırsla saldıran polis memuru, Roman çocukları arka sıraya atan öğretmen, yakın zamana kadar Cemevi’nde düzenlenen şehit cenazelerine adım atmayan devlet görevlileri, hükümet güdümünde yayın yapan gazete, televizyon yöneticileri, “gizli kararnameyle” sokağa çıkma yasağı ilan eden valiler…
Fakat  en kötüsü kendi dini inançlarına göre hareket eden, kamu görevinin getirdiği ayrıcalığı ve gücü “dini bir iktidar emrinde” keyfine göre kullanan politikacıların ve bürokratların varlığı. Kamu düzeninin özerkliğinin  “dini otorite” ya da “dini argümanlarla” ortadan kaldırılması… Dolayısıyla kamunun hesap vermekten uzak, kapalı, verimsiz bir düzene dönüşmesi.
Toplum çıkarlarına aykırı ve akıl dışı gözüken bu manzaranın ardında ince bir mekanizma var. Yaratılan sorgulanmaz iktidarlar, dilsiz, tepkisiz hale getirilen toplumda ağır bir sömürü, yolsuzluk, rüşvet ve hırsızlık ağı kurabiliyor…
Kamu bütçesinden “vergilerle” finanse edilen Diyanet İşleri Başkanlığı’na bakalım mesela. Hemen her gün içki, fuhuş, kumar ve faiz için demediklerini bırakmıyorlar, ancak bu dört “haram” kalemden gelen vergilerden beslenmekten de geri kalmıyorlar. “Bu işler haramsa, bu haram işlerden gelen vergilerle imamlara maaş dağıtmak helal mi?” sorusu hala havada.
“Alevilerle evlenmek caiz değildir” diye fetva verirken “Yolsuzluk ve rüşvet caiz midir” sorusu karşısında dillerini yutuyorlar.  “Sadece para değil, menfaat karşılığı düzenlenen her tür çekiliş kumardır” diye fetvalar yayınlayıp sonra “Hac kurası” düzenliyorlar”.
Üstlerine vazifeymiş gibi hangi inancın “din” olduğuna, hangi inancın “kültür” olduğuna da karar veriyorlar. En önemlisi de “grev” yapan, hak isteyen işçilerin karşısına “günahtır” meali fetvalarla dikiliyorlar.

Elbette Cuma namazı kılmak isteyenler için kamu kesintiye uğratmayacak düzenlemeler yapılmalı. Devlet tüm inanç sahiplerine “eşit mesafede” durarak, her inancın ya da inançsızlığın ihtiyaçları için aynı kolaylığı göstererek yapmalı.

İnanç ve ibadet özgürlüğünü korumalı, geliştirmeli…
Bunun için genelgelerle yetinmemeli, inanç özgürlüğünün önündeki en büyük “engel” olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nı ortadan kaldırmalı… 

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar