S. Ersu Hızır

S. Ersu Hızır

Dünden bugüne…

Ülkemizde olaylar o denli hızla çeşitleniyor ve gelişiyor ki, haftanın başında yaşadıklarımızı sonuna doğru hatırlayamıyoruz. Haftalık süreçte böyle olunca aylar, yıllar önce bugünlerde yaşadıklarımızı hatırlamaz oluyoruz. Zihnimizdeki savrulma adeta geçmişten bağlarımızı koparmakta. 2-3 Temmuz 1993’te Pir Sultan Abdal etkinliklerine katılan sanatçıların kaldığı Madımak Oteli yobaz gruplarca kundaklandı. Asım Bezirci, Muhlis Akarsu, Behçet Aysan, Metin Altıok, Nesimi Çimen; Hasret Gültekin, Edibe Sulari ve Asaf Koçak gibi şair, yazar ve sanatçılarla birlikte 37 kişi yaşamı- nı yitirdi, 43 kişi yaralandı. Aziz Nesin son anda itfaiye merdiveni ile kurtarılabildi. Ne yakanları, ne de Ak’layanları Unutmadık. Sivas’ta yakılan insanları- mızı bir kez daha saygıyla anıyoruz. Aynı yıl 1993 yılı Mayıs ayında Solingen’de; Neo Nazilerce altı Türk ailesinin uykudayken, yaşadıkları binayı kundaklayıp, masum vatandaşlarımızı yakarak ölüme terk eden canilerin anlayışını ve davranışlarını lanetleyip, kınıyorsak; nerede olursa olsun, kimden gelirse gelsin, insanlığa karşı yapılan her saldırıyı şiddetle kınamalı karşısında durmalıyız. Durmalıyız ki, ülkemize barış gelsin, huzur gelsin, şiddet yanlıları destek bulamasın. Türkiye’yi üzüntüye boğan, İstanbul Atatürk Havalimanı’nda onlarca masum insanın canını yitirmesine, yüzlerce insanın yaralanmasına neden olan saldırıyı yapanları da, teröre destek verenleri de şiddetle kınamalı, bu anlayışların karşısında durmalıyız. Bugün terör; ülkemizin birinci gündem maddesi olmuştur. Yeni anayasa tartışmaları, yargıya yönelik düzenlemeler, Venedik Komisyonu’na taşınan ‘dokunulmazlık tartışmaları’, önemli siyasi gündem maddeleri olmalarına rağmen hepsi terörün gölgesinde kaldı. Üç tarafı denizlerle çevrili ülkemizde eskiden coşkuyla kutladığımız Kabotaj Bayramı’nı bu yıl kaç kişi hatırladı. Son bir yılda ülkemizde yüzlerce insanımızın ölü- müne, binlerce insanımızın yaralanmasına veya sakat kalmasına yol açan canlı bomba veya arabalarda patlatılan bombalı eylemler… Doğu ve Güneydo- ğu’da çatışmalarda her gün yitirilen şehitler, korucular sivil vatandaşlar. Her patlama sonrası zafiyet yok, güvenlik açığı yok açıklamaları. Yoksa bu patlamalar niye oluyor? Kimler yapıyor? Niçin eylem öncesi yakalanamıyorlar? Ne oldu da, bunlar yaşanıyor? Bu noktaya nasıl gelindi? Olayların bu noktaya gelmelerindeki sorumlular kim? Dönemsel karşılaştırmalarla olumlulukları üstlenenler, olumsuzlukların sorumluluğunu da üstlenmek zorundadırlar. Cesaretle, eleştiri ve özeleştiri yaparak, kavga etmeden, kimseyi ötekileştirmeden, kimseleri aşağılayıp küçümsemeden, birlikte çıkış yolu bulmak, çö- zümler üretmek zorundayız. Siyasetçi de, bürokrat da, teknokrat da herkes bu anlayışla hareket etmeli, böyle davranmalıyız. Hepimiz bu ülkenin vatandaşı- yız. Bu ülke bizim gidecek başka vatanımız yok. Yetkililer diyor ki; teröre karşı sakin durmalıyız, sağduyulu davranmalıyız. Bunların hepsi doğru. Ancak bu çağrıyı yapan yöneticilerimiz alınan tedbirler ile bu söylemlerinin çelişmesine izin vermemeliler. Toplum psikolojisini, sosyolojik durumu iyi değerlendirmeliler. Örneğin; Ankara’da Atatürk Bulvarı’na Meclis’in karşısındaki yolu kapatmak için konulan mavi renkli sürgülü kapının, estetik bozukluğunu değil, ama toplum üzerindeki psikolojik etkisini lütfen değerlendirsinler. Devletimizin, daha güzel, daha işlevsel ve vatandaşı mağdur etmeden gerekli önlemleri alabileceğini biliyorum. Ülkemiz dış politikada son beş yılda yaşananları bir yana koyarak adına özür, üzüntü, ne derseniz tekrar başladığımız noktaya geri dönüyor. İsrail ile ekonomik ve diplomatik ilişkiler yeniden başlıyor. Rusya Federasyonu ile uçak düşürülmesi ile başlayan ekonomik – siyasi kriz aşılıyor. Mısır’la ilişkiler düzeltilme yolunda, Suriye’yle ön görüşmeler başlı- yor. Komşularımızla ilişkilerimizin düzeliyor olması sevindirici ve olumlu bir gelişme. Turizm ve ihracatı- mızda yılın son yarısında yaşanacak olumluluk ekonomimiz açısından önemli. Türk Hava Yolları’nın bu yeni duruma göre uçuş programlarını revize etmesi zorunlu. Ağa ile uşağının hikâyesini anlatarak yazımı bitirmek istiyorum. Ağa ile uşağı şehre gidiyorlarmış; ağa atın üzerinde, uşak yanında yürüyerek. Uzun süre böyle giderler. Şehre yaklaşırken, ağa uşağına seslenir, “Şu yerdeki ‘pohu’ görüyor musun? Onu yersen; sen ata bineceksin, ben yürüyeceğim”. Uşak düşünür ve “Tamam” der”, yerdeki pohu alır ve yer. Ağa mecburen attan iner, uşak ata biner. Uşak atın üzerinde, ağa yanında yürüyerek, şehre girerler. Akşam olur; köye dönerken, uşak atın üzerinde, ağa yanında yü- rümektedir. Köye yaklaştıkça ağayı bir düşünce alır, köye girecekler ama uşak atın üzerinde, kendisi yü- rüyor. Köylü ne diyecek, olacak iş değil, ama ağa bu, söz ağzından çıkmış bir kez geri dönüşte yok. Uşağı da bir düşünce almıştır, köye böyle girerlerse gelecekte sıkıntı yaşayacağını düşünmektedir. Tam bu sırada uşak yerde bir poh yığını görür ve seslenir, ağam sen bunu yersen sen ata binersin ben yürü- rüm der. Ağa köye at üzerinde girebilmek için, çaresiz “Tamam” der, yerden pohu alır ve yer. Tekrar atın üzerine biner. Köye biraz daha yaklaşınca uşak seslenir, “Ağam köyden çıkarken, sen atın üzerindeydin, ben yanında yürüyordum. Şimdi köye gireceğiz yine sen atın üzerindesin, ben yürüyorum. Öyleyse biz bu pohları niye yedik?” İyi pazarlar…

Önceki ve Sonraki Yazılar