
Son-bahar'da İstanbul…
Bugün size ne eğitimden ne de ülkede ve dünyada olup bitenden bahsedeceğim! Bugün size içimden, yüreğimden, ruhumdan geçenlerden bahsedeceğim. Hem de endamlı bir sonbahar akşamında, Çamlıca’dan İstanbul’a bakarken…
Milyonlarca evden yansıyan küçücük ışık demetlerine bakarken, aslında orada bir hayatın, bir anının yaşandığını bilerek yazıyorum bu satırları.
Hem de hissederek ve derin duygularla yazıyorum her bir satırı.
Sonbahar; adı da üstünde son-bahar… Baharın çoktan terk ettiği, güneşin çekiliverdiği yerde başlar son-bahar. Sararırken yapraklar bir bir dökülüverir dalından, yeşile durmak için bir dahaki bahara kadar…
Nedense hazan gelince içimde bir hüzün olur, bir yalnızlık çöküverir yüreğime.
Bazen kentin kalabalığından uzaklaşıp, alıp başımı gidesim gelir! Hem de çok uzaklara… Kâh bir balıkçı kasabasına kâh bir dağ köyüne…
İnsan seli, bitmeyen araç kuyruğu, her köşesi, her sokağı, her tarafı saran betonarme arasında yaşama tutunan binlerce, yüz binlerce, hatta milyonlarca insan yığını geliyor aklıma.
Durakta otobüs bekleyen, vapura yetişmek için koşuşturan insanlar geliyor aklıma. Bir parça ekmek, bir bardak su için bitmek bilmeyen hayat kavgası geliyor aklıma…
Mesela eskisi gibi, Eminönü’nde balık yemenin de artık tadı yok, Kadıköy sokaklarını aşındırmak da gelmiyor içimden.
Deniz sanki masmavi gözleriyle artık eskisi gibi gülümsemiyor. Ya ruhsuz vapur sirenleri ile denize ve insana küsmüş martı sürülerine ne demeli?
Karaköy’den Eminönü’ne salınan vapurlarda ne eski muhabbetler ne de sohbetler dönüyor.
Mesela Çamlıca Tepesi artık yükselmiyor bu kentin semasında. Ya Sarayburnu? Yeşile çalmıyor artık uzaktan bakınca.
Hiç düşündünüz mü, İstanbul’da bundan yüzyıl öncesini? Sultanahmet’e yakılan tütsüleri, Kapalıçarşı’da koşuşturan insanları, Galata Kulesi’nin asil duruşunu, Süleymaniye’nin büyülü bakışını…
Sarayburnu’nda balık tutanları, ya Beyoğlu’nda volta atanları? Hiç düşündünüz mü?...
Yaşamadığım, göremediğim İstanbul geliyor aklıma. Yetmiş yıl öncesi, seksen yıl öncesi, hatta yüz yıl öncesi geliyor aklıma.
Oysa ne şiirler yazıldı, ne ağıtlar yakıldı, ne aşklar yaşandı bu büyülü şehirde! Salacak’ta, Kalamış’ta, Üsküdar’da…
Eskiye dönmek istiyorum!
Mesela ahşap bir evin penceresinden, yaşlı bir çınarın gölgesinden Boğaz’a bakmak istiyorum.
Mesela takvim sayfalarının arasında kaybolan eski, Pierre Loti’yi, Aşiyan’ı, Eyüp Sultan’ı, Aya Yorgi’yi görmek istiyorum.
Mesela Rumeli Hisarı’nın Anadolu Hisarı’na göz kırpışını görmek istiyorum. Bir yakadan öbür yakaya…
İstanbul’u arıyorum. İstanbul’u özlüyorum. Kaybolan takvimin sayfaları arasından…
Kaybolan şiir defterinin arasından, Nazım’ın Piraye’ye olan aşkına tanıklık eden kenti arıyorum.
Yedi tepeli şehrimde
Bıraktım gonca gülümü.
Ne ölümden korkmak ayıp,
ne de düşünmek ölümü.
Bazen Orhan Veli oluyorum. İstanbul’u dinlemek istiyorum, sucuların hiç durmayan çıngırak seslerini duymak, serin serin Kapalıçarşı’yı, güvercin dolu avluları görmek istiyorum. İstanbul’u dinlemek istiyorum, gözlerim kapalı…
Bazı zaman Cahit Sıtkı olmak istiyorum bu şehirde. Yalvarmak, yakarmak nafile olur bugün, gözünün yaşına bakmadan gider. Yaş otuz beş yolun yarısı eder! Yaş dediğin nedir ki, geçer gider bu şehrin zifiri karanlığında.
Bu satırları yazarken Orhan Veli’nin “Yaşamak” şiiri geliyor aklıma:
“Biliyorum, kolay değil yaşamak,
Gönül verip türkü söylemek yâr üstüne;
Yıldız ışığında dolaşıp geceleri,
Gündüzleri gün ışığında ısınmak;
Şöyle bir fırsat bulup yarım gün,
Yan gelebilmek Çamlıca tepesine...
Bin türlü mavi akar Boğaz’dan
Her şeyi unutabilmek maviler içinde.”
Sonbaharda, İstanbul’a yalnızlık çökerken düşünüveriyorum bütün bunları. Hem de hüzünlü ve yalnız kalan bu kentte…