Cumhurbaşkanlığı seçimi: İhvan'ın son kalesi düşecek mi?


2 Ocak 2014’de, yani AKP-Cemaat savaşının kıyasıya devam ettiği günlerde yazdığım “AKP rejiminin son kullanma tarihi?” adlı yazımda şu soruyu sormuştum:

“ABD ve Batı açısından Erdoğan’ın ve AKP rejiminin son kullanma tarihi geldi ve geçiyor mu, artık Türkiye başka bir iktidara ve başka bir rejime mi hazırlanıyor?”

Bu soruya verdiğim yanıt ise şöyleydi:

“Öncelikli hedef Erdoğan’sız bir AKP’dir, A planı budur; yok eğer bu mümkün olmazsa, arzulanan AKP’siz bir AKP rejimidir. Yani, iktidara gelecek partinin AKP rejiminin ana çizgilerini değiştirmeden Türkiye’yi yönetmeye devam etmesidir. Öncelikli hedef Erdoğan’sız bir AKP’dir; çünkü Erdoğan’ın giderek ne yapacağı öngörülemeyen bir figür haline gelmesine rağmen, AKP halen hem ABD hem de Cemaat açısından işlevsel bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle süreç AKP’nin topyekûn tasfiyesi değil, Erdoğan’ın gitmesi üzerine kurulmuştur.”

Soruyu bu şekilde yanıtlamamın nedeni ise basitçe ve sadece AKP-Cemaat kavgası üzerinden bir değerlendirme yapıyor oluşum değildi; bölge ve dünya konjonktürü sorunun bu şekilde yanıtlanması gerektiğini gösteriyordu.

Konjonktür ise şunu işaret ediyordu: İhvan rejimleri kuşağı çökmeye başlamıştı. Müslüman Kardeşler Mısır ve Tunus’ta kaybetmiş durumdaydılar, Suriye’de Esad düşmemiş, Hizbullah-Suriye-İran’dan müteşekkil Şii ekseni teslim olmamıştı, ABD siyasal İslam’la arasına mesafe koymaya başlamıştı, Suudi Arabistan ve Katar, Suriye ve bölge üzerine derin bir ihtilafa düşmüş durumdaydılar, “Arap baharı” rüzgârı ise sona ermişti.

Tüm bunlar AKP’yi ve Erdoğan’ı bölgesel bir aktör olarak var eden koşulların ortadan kalkması ve dizayn sırasının “İhvan rejimleri kuşağının son temsilcisi”ne, yani AKP Türkiye’sine geldiğini gösteriyordu.

17 Aralık, Cemaat'in kendi gündemiyle ABD’nin gündeminin çakışması üzerinden gerçekleşen bir operasyondu. Bu operasyonla hem Cemaat tasfiyeden hem de ABD giderek öngörülemeyen bir figür haline gelen Erdoğan’dan kurtulacak, AKP rejimi ise daha makul bir isimle, örneğin Abdullah Gül’le yoluna devam edecekti.

Erdoğan yürütme ve yasamayı elinde tutmanın avantajını sonuna kadar kullanarak 17 Aralık’ı kendi açısından başarılı bir şekilde atlatmayı başardı, 30 Mart seçim sonuçları ise bunun sandık aracılığıyla tescillenmesi oldu.

Bu tescilin ardından Erdoğan’ın fiilen devlet başkanı olarak Köşk'e çıkması üzerinden bir cumhurbaşkanlığı tartışması hemen kamuoyunun gündemine getirildi; Erdoğan parlamenter sistemin köşküne değil, başkanlık sarayına çıkacaktı.

17 Aralık sonrası siyasal aktörlerin pozisyonları hızla değişirken konjonktür CHP, MHP ve Cemaati nesnel olarak aynı zeminde buluşturdu, o zeminin adı “AKP karşıtlığı” idi.

O zemindeki ikinci buluşma ise Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde söz konusu oldu, ortaya bir “çatı” aday çıktı. Üstelik görebildiğim kadarıyla ve Kemal Derviş’in rolünü de hesaba katacak olursak çatıyı bir “üst akıl” çattı.

O “üst akıl” İhvan rejimlerinin çöküşü sonrası Ortadoğu’yu yeniden dizayn ederken, İhvan rejimlerinin son temsilcisinin karşısına, siyasal İslam içerisindeki pozisyonunu İhvan karşıtlığı olarak benimsemiş, Ayşenur Arslan’ın deyimiyle “munis İslam”ı temsil edecek bir figürü çıkardı.

İki İslamcı adayla gidilecek Cumhurbaşkanlığı seçimi ise Türkiye’de yeni rejime karakteristiğini veren olgunun siyasal İslam olduğunu kanıtladı.

Daha çok tartışacağız ama süreci İslamlar ve İslamcılar arasında bir tercih yapmanın ötesine taşımak öncelikli siyasi görev olarak karşımızda duruyor.


Önceki ve Sonraki Yazılar