Şehit yüzbaşının doçent oğlunu KHK ile ihraç ettiler

Şehit yüzbaşının doçent oğlunu KHK ile ihraç ettiler

Babası şehit olan barış bildirisi imzacısı Doç. Dr. Ulaş Bayraktar da ihraç edildi. Bayraktar'ın eşi de daha önce ihraç edilmişti.

Babası 1980’de PKK ile yaşanan çatışmada şehit olan ve Güneydoğu’daki sokağa çıkma yasakları sırasında yaşanan hak ihlalleriyle ilgili olarak "Bu suça ortak olmayacağız" başlıklı bildiriye imza atan 1128 akademisyenden birisi olan Doç. Dr. Ulaş Bayraktar da 689 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edildi. İhraç edilen 484 akademisyenden birisi olan Doç. Dr. Bayraktar, görevine son verilmesine ilişkin tepkisini sosyal medya hesabından gösterdi.

Annem aradığında Ercan Kesal ve Enis Rıza ile “Zamanın İzinde” Kireççilerin Affe Hala ile Mustafa Suphi’nin eşi Maria ile yeni tanışmıştım. “KHK çıkmış” dedi, “Merak ediyorum bir bak, bana haber ver”. Bakmama gerek kalmadan doktora dersimin Whatsapp grubunda müstakbel bir meslektaşım ‘Ne denir ki…” yazdı. Anladım; “haftaya ders yok denir” diye cevap verdim. Sonrası malum, adetten Resmi Gazete’nin sayfasına girip, dostların ve sevgilinin- ki o benim arkadaşım, aşkım, meslektaşım, yoldaşım ve şimdi KHKdaşım olur- yanında ismimi gördüm ve üzerimden koskocaman bir yükün kalktığını hissettim çünkü biz ismimizi oraya daha ilk KHK’da yazmıştık. Utançla sıramızı bekliyorduk. Son zamanlarda soranlara, beyin ölümümüzün gerçekleştiğini söylüyordum zaten; sonunda memuriyet organlarımızı da, hevesle kadro bekleyenlere bağışlayabildik.
Telefonumu kapattım sonra çünkü onca dostumun ne söyleyeceğini biliyordum, onlar da benim ne söyleyeceğini tahmin eder dedim. Onların varlığını, desteğini hissetmek için seslerini duymama gerek yoktu ki. Ne avuntuya ihtiyacım vardı, ne de avutmaya çünkü ne üzgündüm, ne kızgın.
Gerçekten kızgın değilim, öfke duymuyorum. Geçen hafta Paris’teki terör saldırısında ölen polis memurunun sevgilisinin cenazede Antoine Leiris’den yaptığı alıntı benim hislerime de tercüman oluyor: “Vous n’aurez ma haine!- Nefretimi kazanamayacaksınız!”.
Siz de benim öfkemi, nefretimi kazanamayacaksınız. Şerbetliyim ne de olsa; babamı beş yaşında benden alan sorunu nefretle, intikam duygusu ile düşünmemeyi bir şekilde becerebildiğimi sanıyorum. Şimdi çocuklarımı bir süre annelerinden uzak, beni öğrencilerimden, derslerimden ayrı koyan sizleri de anlıyorum.
Anlıyorum, çünkü sarhoşluğu ve ertesi gün yaşanan suçluluk duygusunu iyi bilirim. Sizler de, biliyorum ki, makamın, iktidarın, ünvanların sarhoşluğu içindesiniz şimdi. Bir gün ayılacaksınız ve o zaman siz de anlayacaksınız ne büyük haksızlıklara ve adaletsizliklere sebep, alet olduğunuzu. Çünkü siz yarının vaatlerine kanmış durumda, bugünde değil o serapta nefes alıyorsunuz. Ben ise yarından düne, bugüne bakmaya çalışıyor ve yarın utanacağım hiçbir şey görememenin huzuruyla yastığa koyuyorum başımı.
Öyle olmasa sadece iki sene önce beni şimdi memuriyetten ihraç eden rektörün danışmanlık teklifinin üzerine atlar, şimdi bir profesör olarak makamlardan makam beğenir olurdum. Ya da ne zamandır yurtdışından gelen davetlere, yurtiçinden gelen telkinlere uyar istifamı basar, çok daha kolay bir hayata başlamış olurdum.
Ama ben şimdi sahip olabileceğim rahatı, yarın hissedeceğim huzura yeğlemedim.
Çünkü sadece barış gelsin, adalet olsun istedim, istiyorum. Sadece bu niyetle attığım imzayı çekmedim. Terörle mücadelede ifademi alan polis memurlarına -savunmamdan sonra-söylediğim gibi o imzadaki tek muradım, onların eşlerinin, annemin; çocuklarının, benim ve kardeşimin yaşadıklarını yaşamamalarıydı. Anlamadınız, anlamak istemediniz…
Canınız sağolsun…
Sağolsun çünkü biliyorum ki, canınız sağ oldukça aklınıza düşeceğim. Yaptınız haksızlığı adımı her duyduğunuzda, beni her hatırladığınızda idrak edeceksiniz.
Sizin için sarf edebileceğim hiçbir beddua yok. Ne de olsa, annelerine belirsiz bir sure için elveda diye Umut’un o bir damlacık gözyaşı, Ada’nın kardeşini güldürmeye çalışırken titreyen o dudağı, Bediz’i havaalanına götürürken arabadaki o sessizliğin ağırlığı sizi bulacak, eninde sonunda, nerede olursanız olun.
Ben mi ne yapacağım bu esnada? Şimdiye değin ne yapıyorsam onu elbette.
Öğrencilerimle ilişkimi sadece dersler; müstakbel meslektaşlarıma desteğimi resmi danışmanlıklar, okuma yazmayı puan ve teşvikler, meslektaşlarımla dostluğumu ünvanlar, makamlar üzerinden kurduğumu sanmış olamazsınız. Şimdiden bitirmem gereken bir kitap değerlendirmesi, bir kitap bölümü var. Bugün bir lisans öğrencimin ilk sunuşuna gideceğim mesela. Bir atılsam da, soyunsam dediğim dört, okusam dediğim yüzlerce kitap var. Maya’mızda bir sürü proje var hem. Daha dün lisemin mezunlar derneği yönetim kurulunda neler neler konuşmuş, hele bir atılayım gerisi kolay demiştim. Ne zamandır bir hayal olarak konuştuğumuz kütüphane şimdiden yer konuşulan bir proje oldu bile.
Para mı? Elimin kiri. Kafam rahat zira sahip olduğum hiçbir konfora ihtirasla bağlı değilim. Eski rektörüm hatırlayacaktır, imzamı çekmem için özel telkininden sonra söylediğim gibi: hiçbir şey yapamazsam satılacak bir evim ve arabam var. Artık asacağım tabelayı da biliyorum: “KHK’dan Satılık.”

Ah be dostlar istirhamımdır, siz de öfkenize mukayyet, umudunuza sahip olun; rüsva etmeyin şairi. Hele hele beni hiç merak etmeyin. İki kelam ettiysek şu ölümlü dünyada, siz beni bilirsiniz: Ne hızlı solcu olabildim bir kısmınız gibi, ne afili akademisyen, ne siyasetçi.
Ben gülmeyi bilirim en iyi, onu da kaptırmam merak etmeyin öyle kolay kolay kurda kuşa çünkü aklımda hep Bedri Rahmi:
Marifet hiç ezilmemek bu dünyada
Ama biçimine getirip ezerlerse
Güzel kokmak
Kekik misali
Lavanta çiçeği misali
Fesleğen misali
Itır misali
İsâ misali
Yunus misali
Tonguç misali
Nâzım misali

AKADEMİYE HİÇ BİR ZAMAN BÜYÜK ANLAMLAR YÜKLEMEDİM

Akademiye hiçbir zaman büyük anlamlar yüklemedim. Ulvi bir mesleğe sahip olmak için doktora, ünvan almak için yayın yapmadım. Profesörlüğü kağıt üzerinde çoktan hak ettiğim halde kimseden kadro istemedim. Sevgilimin peşinden kendimi akademisyen buldum ve bu tabiri hiç sevmedim. Yaptığım işin, sabahın köründe ekmek yapan fırıncıdan, sokakları süpüren temizlikçiden, tüm gün ayakta duran güvenlik görevlisinden ya da gecenin üçünde yolcuya su servis eden muavinden daha önemli, kutsal görmedim. Ama bir şekilde yaptığım işe değer verdim, layıkıyla yapmaya çalıştım. Hiç kimseyle akademisyen diye arkadaş olmadım ama arkadaş bildiklerimle çok keyif aldığım bilimsel çalışmalar yaptım.
Bu sabah onlarca arkadaşımın, yüzlerce meslektaşımın daha önce işinden olmuş on binlerce kamu personelinin arasına katılmış olduğunu öğrendiğimde duyduğum en yoğun hissiyat utançtı.
Hala bir işim, ünvanım olduğu için, onlarla aynı "suçu" işlediğim halde ismimi o listede göremediğim için kendimden utandım. Bu adaletsizliğe alet ve ortak olanlar adına utandım.
Lanet olsun işine de mesleğine de demedim değil. Allah belanızı versin, alın üniversitenizi başınıza çalın demek istemedim değil. Sonra 1999 depreminde yakınlarından haber alamadıkları halde trafiği açık tutmaya çalışan polisleri, hastaneden ayrılmayan doktorları, yakınlarına ulaşmaya çalışmak yerine hemen yanıbaşlarındaki enkazı kaldırmaya çalışan sıradan insanları hatırladım.
O yüzden bir süredir akademi bitti, artık burada bilim yapılmaz naralarının, istifaların, emekliliklerin inadına ben bu mesajı attıktan sonra bitirmek üzere olduğumuz makaleye döneceğim, bir doktora öğrencime referans mektubu yazacağım, yarın birinci sınıflarla yapacağım siyaset bilimi dersine yapacağım girişi düşüneceğim.
Ve bu sabah haksız bir şekilde işinden, mesleğinden olanların düşüncelerini aktarmaya, yarım kalan cümlelerini bitirmeye devam edeceğim.
İnadımı direniş bildim; ahdım olsun, siz beni atana kadar bir yere kımıldamayacağım.

BAYRAKTAR EŞİ İHRAÇ EDİLDİKTEN SONRA DA ŞUNLARI YAZMIŞTI:

Dün Bediz işten atıldığını Ada'ya söylediğinde "Oleeyyyy" diye tepki vermiş. Tam da TEOG senesinde annesinin ona daha fazla vakit ayıracağını düşündü herhalde...
Sonra düşündüm haberi alıp da, buna sevinen sadece Ada mı diye?
Suriyeli çocuklar da çok sevinecek mesela, bu yazın sıcağında dişi ile tırnağı ile onlara Türkçe öğrendikleri bir yaz okulu kazandıran Bediz ablalarının bu işe daha fazla emek ve zaman ayırabildiğinde yapacaklarını düşününce.
Serbest Bölgedeki güvencesiz kadın işçileri mesela ya da kentsel dönüşümle yerinden edilmeye karşı mücadele verirken Bediz Hoca'yı yanıbaşlarında bulan Çay Mahallesi sakinleri.
Zorunlu göçün mağdurları ya da Karataş'ın mevsimlik tarım işçileri onlarla hemdert olan Bediz'e daha ne hikayeler anlatabilecekler kim bilir.
Ata tohumları sevinmiştir mesela Üniversitenin tam ortasına bostan kuran hocanın şimdi koskoca bahçeler, tohumluklar kuracağını düşünüp heyacanlanmıştır kesin.
Pierre Bourdieu'yü okumak isteyenler sabırsızlanıyorlardır muhakkak; belki bu sayede kim bilir başka ne eserlerini o leziz diliyle Türkçe'ye kazandırır diye.
Mersin'in müzmin feministlerinde de bir heyacan vardır kesin, yoldaşlarının tam zamanlı aktivistliğe terfisinden dolayı.
Ha bir de Avşa'nın bademleri, zeytinleri ve batan güneşi onu daha fazla görebilme ihtimalinden mutlu oluyorlardır.

Az biraz deniz bilen insanlarız; deniz tuttu mu ufka bakarız. Hayata karşı duruşumuz da benzer. Ne zaman bir fırtına çıksa, sarsılmaya başlasak ufka bakarız, geleceğin güzel günlerine, bu fırtınanın ardından gelecek sakinliğe inanırız.
Ama onlar bizleri kendileri gibi sandıklarından zahir, makamlarımızı, ünvanlarımızı alınca bizi cezalandırdıklarını sanırlar. Bir tek onlar üzülecekler, ceza sandıklarını biz alıp, başımızın üzerine koyup doğru bildiklerimizi hayata geçirmek için yeni yollar bulduğumuzu görünce.
Kimsenin gözünü korkutmak istemem ama siz Bediz'i esas şimdi görün!

P.S. Şu hayatta gurur duyacağım iki imza attım, birisi aşk, diğeri barış için. Ne mutlu ki, ikisinin yanında da en iyi dostumun, biricik sevgilimin de imzası vardı. Daha ne isteyeyim...