İngiltere'de bayrak ve bizde milli yas skandalı

Bazen, insanlığa öylesine hayırlı insanlar ölür ki, o zaman, bütün dünyanın yas ilan etmesini arzu edersiniz. İnsanlık, maalesef henüz o büyüklüğe erişmiş değil


Ölen her kişinin ardından, o kişi ne kadar mel’un birisi olursa olsun, muhtemelen bir üzülen bulunur. Mesela, ölen bir seri katilin annesi bile,  onun doğumuyla duyduğu mutluluğu, onu emzirmesini, onun emeklemesini, vs., düşünüp, muhtemelen bu ölüme üzülecektir.
Bazen de, bir insanın ölümü, sayısız insanı yas içine sokar.
Mesela, Atatürk’ün cenazesine katılımın filmlerini hatırlayın. Edebiyatcı, çevirmen Nihal Yeğinobalı’nın hatıralarını okuyun ve onun küçük bir kız çocuğu iken, annesi ile İstanbul’un tepelerini aşıp cenazeye nasıl katıldıklarını okuyun. Kaç ülke liderinin O’nun ölümünden duydukları hüznü kaleme aldıkları satırları okuyun.
Edebiyatcı Viktor Hugo’nun ölümü bütün Fransa’yı hüzne sokmuştu; Paris sokakları insan seli olmuştu. Edebiyatçı, ressam August Strinberg’in ölümü, on binlerce insanı Stockholm sokaklarına dökmüştü.
Bazen, insanlığa öylesine hayırlı insanlar ölür ki, o zaman, bütün dünyanın yas ilan etmesini arzu edersiniz.
Mesela, benim çocukluğumda, bacağında demir protezlerle yürümeye çalışan, zavallı çocuk felci kurbanlarını görürdünüz; içiniz parçalanırdı. Sonradan ABD Başkanı olacak F. D. Roosevelt bile, çocukluk ötesi bir yaşta, o hastalığa yakalanmıştı.
Şimdi bu belayı, bulduğu aşı ile defeden, Amerikalı, Yahudi, Doktor Jonas Salk gibi birisinin ölümünde, bütün dünyanın yas ilan etmesi gerekmez miydi?
İnsanlık, maalesef henüz o büyüklüğe erişmiş değil.
Onun yerine, Türkiye, Suudi Arabistan Kralı’nın -Allah rahmet eylesin- ölümünden dolayı yas ilan eder.
Hadi, diyelim, burası Türkiye...
Yas ilan etmese de, devlet dairelerinde bayrakları yarıya indiren İngiltere’ye ne demeli?
Londra’dan Sydney’e, İngiltere etkisindeki her ülke , Cameron Hükümeti’nin bu kararını eleştiren yazılarla dolu.
Sydney Morning Herald’dan okuyoruz…
Uluslararası Af Örgütü’nün İngiltere direktörü, Kate Allen, “Suudi Arabistan’daki adaletsiz davalar sonucu idam edilenler için, hiç kimse, bayrakları yarıya indirmiyor; diplomatik semboller yerine Suudi Arabistan’ın İnsan Hakları gerçekliğine odaklanmalıyız” demiş.
Eski Muhafazakar Milletvekili, Louise Mensch, “Bayrakları yarıya indirmeniz, İngiltere’deki bütün kadınlara hakarettir. NE CÜRETLE BUNU YAPARSINIZ?” diye tweet atmış.
Gazeteci Glenn Greenwald, İngiltere Başbakanı ile ilgili, “İngiltere’de, bayrakların Kral Abdullah için yarıya inmesini emreder; sonra döner, dünyaya demokrasi dersi verir” diye tweet atmış.
Kaşar siyasetçi, sadece bize özgü bir yaratık değil. Başbakan Cameron, Kral’ın, ki Vahabi imiş, “Barışa olan bağlılığı ve inançlar arası anlayışı kuvvetlendiren” yönüyle anılacağını söylemiş.
Hükümete ait Kültür, Medya ve Spor Departmanı, uygulamayı, “Yabancı hükümdarların ölümünde bayrakların yarıya indirilmesi, eski bir geleneğimizdir” diye savunmuş.
Hadi, bayrakları indirmek, geleneksel protokol, peki cenazeye veliaht Prens Charles’ın katılması hangi gelenek?
Eblehler, kendi tarihlerini de bilmiyor…
Yıl 1805, Trafalgar Deniz Savaşı… Daha önceki muharebelerde kaybettiği için, tek gözlü ve tek kollu kalmış Amiral Nelson, muharebenin orta yerinde vurulur, ast amirallerinin kollarında deniz savaşını idareye devam eder, kazanır ve ölür.
Cenazesi olacaktır… Siviller bir yana, 10.000 asker katılır. Veliaht Prens’in de cenazeye katılacağı bildirilir. Son dakikada, Kral, bu katılımı, “Kraliyet Ailesi’nden olmayan birisinin cenazesine Veliaht Prens’in katılması uygun olmaz” diye engeller.
Geçmişte, Napolyon’u tarihe gömmüş bir İngiliz kahramanının cenazesine katılmayan Kraliyet Ailesi, bugün, mutlaki bir monarşinin başının cenazesine katılıyor!
Özgürlük ve demokrasinin İmam’ı İngiltere, bayrağı direğin yarısına kondurursa, özgürlük ve demokrasiye cemaat olmaya çalışan Türkiye, elbette yas saçar.
İşler bu minvalde devam ederse, hükümdarlarımız, çocuklarına tahsil, villalarına konut kredisi açan, zengin iş adamlarının vefatında, “Hamiyyetperver Falanca İçin Yas Kanunu” bile çıkarırlar.

“Çok sayıda gazete varsa, basın iyidir”(!)

Sovyetler zamanında, habire 5-10 yıllık planlar yapılır ve o plan dönemi sonunda, üretimde, Amerika’nın geride bırakılacağı söylenirdi. Plan dönemi biter, sayılar toplanır… İstatistikcilerden sonuç beklenir.
Bu yüzden, o dönemin en talihsiz mesleklerinden birisinin istatistikçilik olduğu söylenirdi: Doğruyu söyleseler, Sovyet sistemini sabote etmekten içeri atılırlar; uydursalar, mesleki kifayetsizlikle suçlanırlardı.
Gittikçe o zamana benzer bir despotik döneme giren Türkiye’de de zor bir meslek türü tünedi: Hem aydın, entelektüel olarak geçinen, hem de hükümete yandaş olan gazetecilik.
Hepten pespaye, müptezel olan gazetecilerin işi kolay: “İslam Dünyası’na bir Güneş gibi doğan, Emperyalizm’e haddini bildiren Başbakanımız, Cumhurbaşkanımız…” türü kasidelerle günü idare edersin.
Fakat, Basın Özgürlüğü, Laiklik, Kuvvetler Ayrılığı gibi binbir yakıcı konunun entelektüel gündemi doldurduğu Türkiye’de, bu kavramlardan haberdar olması gereken mesleklerden birine sahipsen ve bir yerlerde yazıyorsan ne yaparsın? Oturup da, aşağılık bir dalkavukluk yapamazsın.
Onun yerine, “Her şey pek güzel!” mesajını, bir illüzyonist kıvraklığıyla, sahnenin bir tarafından öbür tarafına süzülerek, binbir laf cambazlığı altında verebilme becerisi geliştirirsin.
Mesela, dünyada, basınla ilgili Sağır Sultan’ın bile duyduğu bir basın özgürlüğü meselesi mi var, Türkiye’nin?
“Türk-tipi Liberal” Siyasal Bilgiler Profesörü Atilla Yayla gibi, “Medyada bağımsızlık mı çoğulluk mu daha önemli?” başlıklı bir makale yazarsın.
Ve şöyle devam edersin: “Meşhur bir klişeye göre basın özgürlüğü için medya bağımsız olmalı. Neredeyse sorgusuz sualsiz doğru olduğuna inanılan bu görüşün hem kendi içinde çok sorunlu olduğu hem de basın özgürlüğünü sağlamada sanıldığı veya umulduğu kadar etkili ve yararlı olamayacağı kanaatindeyim.”
Sonra, hiçbir medyanın bağımsız olamayacağını, çünkü gazetecilerin patrona “bağımlı” olduğunu, söyleyerek “bağımsızlık” kavramının geçersizliğini ispata girişirsin.
A uyanık, elbette, bu evrende her şey, başka bir şeye bağımlı!
‘Basının bağımsızlığı’ndan kastedilen, basının, devletin burnunu sokmasından BAĞIMSIZ  olması. Muhalif gazetenin patronunun, uyduruk vergi denetiminden BAĞIMSIZ olması. Gazete, TV sahibinin, editörünün Başbakan’ın veya adamının telefonuyla taciz edilmesinden BAĞIMSIZ olması. Ve saire. Bunlarsız Basın Özgürlüğü olur mu?
“Bağımsızlık” kavramını, aklınca, geçersiz kıldıktan sonra, “Çoğulluk” diye bir kavram darp edersin ve her gazetenin kendi içinde çoğulluk varsa ve ülkede her görüşe uygun çokca gazete varsa, basın iyidir demeğe getirirsin.
Zavallı Sovyet istatistikçisi o işi yapmak zorundaydı.
Türkiye’de, aydınlıktan biraz nasibini almış insanlar, niye üç kuruş için bu işleri yaparlar da, şerefleriyle kenara çekilmezler? 




Önceki ve Sonraki Yazılar