Kapitalizm, islamoloji ve bir başka türlü 'İslam Devleti'

Geleceğin kapitalist imparatorlukları daha 18 yüzyılda ilk taşlarını döşerken, dinler, halklar için sadece bir “inanç” konusu olmaktan çıkıyor, aynı zamanda uluslararası planda “çıkar ve güç aracı” olmaya başlıyordu. Halkı Müslüman olmayan güç merkezlerinin İslam’a olan ilgileri de daha çok bu gerçeği kavramış olmalarından kaynaklanıyordu

"ABD hızlı bir sermaye birikimi süreci içindeydi ve sermaye küreselleştikçe din de sekülerleşiyor ve dünyevi çıkarların aracı haline geliyordu. Bush ailesinin büyük dedesi olan George Bush bir din adamıydı ve bu bağlamda islamın yükselişini daha 19. yüzyıl başlarında öngörmüştü. Rahip Bush, ABD’de Muhammed’in hayatını anlatan ilk kitabın da (The Life of Mohammed /1831) yazarıydı."

Bilmiyorum içinizde George Bush’un “Muhammed’in Hayatı” adlı kitabını okuyan oldu mu? Yıllar önce Fransız Ulusal Kitaplığı’nda karşılaştığım bu eser beni hayli şaşırtmıştı. O ana kadar kimsenin bu kitaptan söz ettiğini işitmemiştim ve ufak bir araştırma ile de bu eserin nispeten yakın tarihlerde Arap ülkelerinde büyük tartışmalara yol açtığını öğrenmiştim. Son günlerde sermaye, devlet ve din ilişkileri hakkında bir şeyler yazayım derken aklıma bu kitap geldi; söyleyeceklerime buradan başlayayım dedim.

Gerçekten de kimdi bu George Bush? Davası neydi? Günümüzün ünlü Bush’larıyla bir ilişkisi var mıydı?

Rahip Bush’un öngörüsü

George Bush Amerikalı bir din adamıydı ve şu anda Beyaz Saray’a üçüncü bir evladını (Jeb Bush) yerleştirmeye çalışan ünlü ailenin beş altı nesil önce yaşamış büyük amcaları oluyordu. 1831’de yayınladığı eser de (The Life of Mohammed: Founder of the Religion of Islam, and of the Empire of the Saracens) ABD’de Muhammed’in hayatını anlatan ilk eser olmuştu.

O tarihte Amerika’da başkanlık koltuğunda Andrew Jackson oturuyordu. Kişisel plantasyonunda yüzlerce köle çalıştıran Başkan Jackson, bugün daha çok Amerikan idari sistemini yozlaştıran sistemin (“spoils system”) yaratıcısı olarak hatırlanır. Bush’un Muhammed’i öven satırları yazdığı günlerde ise Kızılderilileri anayurtlarından kovan tehcir kanununu (Indian Removal Act, 1830) acımasızca uygulamaya çalışıyordu.

Rahip Bush, Jackson’un dünya görüşünü paylaşmıyordu ve köleliğin kalkmasından yanaydı. Ayrıca Yahudi davasına büyük bir sempati duyuyor ve Yahudilerin kutsal topraklara yerleşmelerinin bir çeşit avukatlığını yapıyordu. Bu bakımdan, uçsuz bucaksız bir ülkede “kolonizasyon” olgusunu daha çok “Batıya göç!” sorunu olarak gören Başkan’dan belki de çok daha ileri görüşlü idi. Herhalde çok da ayırdında olmadan, Ortadoğu’nun ilerde kilit bir bölge olacağını, ülkesinin de İslam’la hesaplaşmak ve bir çeşit “İslam devleti” olmak zorunda kalacağını sezmişti.

Bir fetih ve sömürgeleştirme aracı; din

Geleceğin kapitalist imparatorlukları daha 18 yüzyılda ilk taşlarını döşerken, dinler, halklar için sadece bir “inanç” konusu olmaktan çıkıyor, aynı zamanda uluslararası planda “çıkar ve güç aracı” olmaya başlıyordu. Halkı Müslüman olmayan güç merkezlerinin İslam’a olan ilgileri de daha çok bu gerçeği kavramış olmalarından kaynaklanıyordu. 18. yüzyılın ikinci yarısında İngilizler Hindistan’da, Hollandalılar da Endonezya’da hegemonya kurmaya başlarken, öncü kuvvetlerini tekelci imtiyaza sahip büyük şirketler teşkil ettiler. Ve yüzyılın sonlarında da, I. Napolyon, Mısır’ı aynı merkantil amaçlarla ele geçirmeye çalıştı. Üstelik fetihçi general, harekât öncesinde, askeri konuların yanı sıra İslam’ı da ciddiyetle incelemeyi ihmal etmemişti. Bakınız sefer başlarken (1798), Napolyon, güçlü bir Arap şeyhine yolladığı mektupta neler yazmıştı:

“General Kleber bana tutumunuz hakkında bilgi verdi ve bu beni tatmin etti (...) Ümit ediyorum ki ülkenin bütün okumuş ve akil insanlarını bir araya getireceğim ve tek doğru ve insanları mutlu kılacak akideleri içeren Kuran ilkelerine dayanan bir rejim kurabileceğim zaman da yakında gelecek”. (Correspondance de Napoléon Ier, H. Plon, 1861, C. 4, s. 420).

Biliyoruz ki “beklenen zaman” gelmedi; Napolyon Mısır’dan apar topar kaçtı ve bir daha da İslam’dan söz etmedi. Ta ki sürüldüğü Sainte-Hélène adasında kendini dinleme, günce tutma ve anılarını yazma fırsatını bulana kadar! Yine de mağrur general güncesinde çok riyakâr davranmamış, Müslümanlığı yine övmüş ya da en azından İslam’ın Hristiyanlıktan “daha az gülünç” olduğunu söylemekten kendini alamamıştı! (Journal de Sainte-Hélène 1815-1818, Flammarion, 1947, C. 2, s. 226).

Din adamlarının rolü

Kendisi de kolonyal bir macera sonucu kurulmuş olan Birleşik Amerika da, Napolyon’un seferinden sadece 32 yıl sonra, emperyal hegemonyanın ideolojik araçlarını ustalıkla kullanma çabasına girişmişti. Tabii bu konuda din adamlarına da çok iş düşüyordu. Anlaşılan bunlardan biri de Princeton’da ilahiyat okumuş ve yıllarca da rahiplik yapmış bir din adamı olan George Bush olmuştu. Aslında Bush’un asıl akademik ilgi alanı Yahudi tarihiydi ve Muhammed’in hayatını anlatan eserini yayınlandığı yıl içinde New York Üniversitesi’nde İbrani dil ve edebiyatı kürsüsüne profesör tayin edildi.

Peki nasıl bir Muhammed tablosu çiziyordu, Bush, eserinde?

Kuşkusuz bir Hristiyan din adamından İslam peygamberini “gerçek” bir peygamber olarak sunmasını kimse bekleyemez; bu kendi dininin inkârı olur. Yine de Bush, daha önce yazılmış biyografilerden derlediği kitabını bir sürü küçültücü ayrıntı ile doldurmuş olsa da, Muhammed’in devlet ve uygarlık kurucu niteliklerini de vurguluyor; onu “dayanılmaz çekici” (“irresistibly attractive") ve bir sahte peygamber (“the İmpostor”) olmasına rağmen önemli bir şahsiyet, (“remarkable man") olarak sunuyordu. ABD hızlı bir sermaye birikimi süreci içindeydi ve sermaye küreselleştikçe din de sekülerleşiyor ve dünyevi çıkarların aracı haline geliyordu.
Hristiyanlık ve İslam arasındaki fark

Aslında “çıkar aracı olma” açısından, Hristiyanlık için de durum çok farklı değildi. Örneğin, George Bush’dan dört yıl kadar sonra da “Amerikan Demokrasisi” (1835) başlıklı ünlü eserinde A. de Tocqueville bu ülkede dinin konumu hakkında şunları yazacaktır:

“Dindarların tek güdüsünün çıkar olduğunu sanmıyorum; fakat çıkarın, bizzat dinlerin insanları gütmek için kullandıkları başlıca araç olduğunu düşünüyorum ve kitleleri sadece bu noktadan yakaladıklarından ve bu şekilde popüler olduklarından kuşku duymuyorum”.

Yazar yine de Hristiyanlıkla Müslümanlık arasında önemli bir fark görmüş ve Kuran’da, İncil’in aksine dünyevi yaşamı düzenleyen (siyasal, sivil, cezai) ilkeler bulunmasının, bu dinin “aydınlanma ve demokrasi çağında uzun süre egemen olamayacağını ve bu yüzyılda (19. yüzyıl) olduğu gibi gelecek yüzyıllarda da Hıristiyanlığın hüküm süreceğini gösterdiğini” vurgulamıştı. (Gallimard, 1986, c. II, s. 40, 179).

Batı İslamı inceliyor!

Bush’un eseri yayınlandığı tarihte, Hollandalılar Endonezya’yı, İngilizler Hindistan’ı, Fransızlar da Cezayir’i, milyonlarca yerlinin kırımı bahasına sömürge statüsüne sokmuşlardı. Ve çok geçmeden bu ülkeler, sömürge topraklarının zenginliklerini nasıl bilimsel yöntem ve tekniklerle işletiyorlarsa, İslamı da aynı bilimsel yöntemlerle incelemeye ve işlemeye başladılar. Doğrusu bu işi –din adamlarının da katkısıyla- şeklen bağımsız kalmış Müslüman devletlerden çok daha iyi yaptılar. Örneğin Bush’tan yüz yirmi yıl sonra Muhammed’in hayatıyla ilgili daha düzeyli bir kitabı da yine onun gibi bir din adamı yazmıştı. W. Montgomery Watt adındaki bu İskoçyalı rahip, yıllarca Anglikan Kilisesi’nde vaaz vermiş ve -yakınlarda dilimize de çevrilen (İletişim, 2015)- eserini yazdıktan sonra da Edinburg Üniversitesi’ne Arapça ve İslam araştırmaları profesörü olmuştu.

Aslında Batı dünyası, kendi islamologlar ordusu ile yetinmedi; aynı düzeyde Müslüman islamologlar da yetiştirdi: İkbal’ler, Hamidullah’lar, Arkoun’lar, Fazlur Rahman’lar, Laroui’ler vb.. Ne var ki bu bildik isimlerin çoğu, birer samimi Müslüman oldukları halde, kendi ülkelerinde barınamadılar ve çalışmalarını daha çok batılı ülkelerde, batılı araştırma kurumlarında sürdürdüler. Ülkesine dönüp orada kendine göre “gerçek İslam”ı anlatmaya çalışan Ali Şeriati gibiler de, karanlık güçlerin hışmına uğradı ve yok edildi.

Osmanlı ve Hacı Kayser’in

Benzer şeyleri Osmanlı toplumu da 19. yüzyılda yaşadı. Bu dönemde Batı’yla ara o kadar açılmıştı ki “Islahat hareketleri” de toplumu ıslah edememiş ve bunlara tepki niteliği taşıyan Abdülhamid rejimi sonunda çareyi II. Wilhelm’in kanatları altına sığınmakta bulmuştu. O tarihlerde sömürge İmparatorluğu kurmakta hayli geç kalmış olan Almanya aceleciydi ve gözlerini Ortadoğu’ya dikmişti. Ve böylece Napolyon’un “Mısır Seferi”nden tam yüzyıl sonra, 1898’de, II. Wilhelm de bir “Kudüs Seferi” düzenledi ve doğrusu bu “Sefer” çok da coşkulu geçti.

Atak Kayser kutsal topraklarda kılıktan kılığa giriyor, Filistin’de “macera peşinde koşan şövalye ve hacı” rolünü üstleniyor; Suriye’de “Bedevi şeyhi başlığı” takıyor ve sonunda -kendi sömürgeler nazırını bile şaşırtacak şekilde- Selahaddin Eyyubi’nin mezarına çelenk koymak istiyordu. (Joan Haslip; Tanrının Gölgesi: II. Abdülhamid, Profil yayınları, 2008, s. 294). Bunlar yetmiyormuş gibi, Kayser, Şam’da da aynı coşku içinde kendisini üç yüz milyon Müslümanın koruyucusu ilan etti: İslam tarihinde ilk kez bir Hıristiyan imparator, bir İslam toprağında tüm Müslümanlığın koruyuculuğunu üstleniyor, üstelik hararetle de alkışlanıyordu.

Sonunda bir “Alman İslam Devleti” de kurulmuştu! Aynı tarihlerde Dersaadet’te ise Kayser’in “askeri heyet”i, “vizyoner” Sultan’ın yavaş yavaş altını oyuyordu. Bu koşullarda “Bağdad demiryolu imtiyazı” bile Sultanı kurtarmaya yetmedi. Prusyalı komplocu subaylar, ellerinde Goltz Paşa’nın “Milleti Müsellaha” (Silahlanmış Millet) kitabı, çılgın Enver’i marangoz sultana yeğlediler. Gerisini biliyoruz.. Savaş, kan ve işgal.. Sonunda da Anadolu’da halka İslam’ın her zaman afyon olmayacağını, haksızlığa ve ıstıraba karşı protesto da olabileceğini anlatmaya çalışan Mustafa Kemal Paşa..

İran’ın nükleer gücü ve barış!

Bu tarihi gezinti parantezini artık burada kapatalım, günümüze dönelim ve biraz da mevcut durumu sorgulayalım: Bugün bu nevraljik bölgede neler yaşanıyor?
Öyle görünüyor ki yaşadığımız coğrafyada bir süredir gerçekten de önemli gelişmeler yaşanıyor ve bunların sonuncusu da galiba şu: 14 Temmuz’da, Viyana’da, ABD’nin başını çektiği “süper-güç” koalisyonu ile İran (5B+1) arasında bir nükleer denetleme anlaşması imzalandı.

İsrail’de Netanyahu iktidarı, ABD’de de Cumhuriyetçi şahinler dışında herkes memnun; herkes onaylıyor; herkes alkışlıyor. Ne var ki herkesin barış ve huzur beklediği bu anlaşma da insanı ister istemez yine geçmişe taşıyor. Fakat bu kez yüzyıllar öncesine değil, sadece otuz kırk yıl öncesine. Özellikle de 1979 Şubat ayı başında, Ayetullah Humeyni’nin Tahran sokaklarına ayaklarını basmasıyla başlayan Ortadoğu depremine..

‘Süper güç mistiği’

Geçenlerde J. K. Galbraith’in 1970’lerde kaleme aldığı “Amerikan Solu” başlıklı incelemesini bir vesileyle yeniden okurken beni çarpan nokta şu olmuştu: Bu küçük eserde tek satırla bile dinden söz edilmiyordu. Kullanılan “dini” çağrışımlı tek terim de “super-güç mistiği” idi. Yazar “Amerikan Solu”na, devlet içinde devlet haline gelmiş Pentagon ve CİA tehlikesini hedef gösteriyor ve “demokratlar bilmelidirler ki, diyordu, askeri çabalarımızın en büyük kısmı, ulusun çıkarlarına değil, bu bürokrasinin çıkarlarına hizmet ediyor.” (Fayard, 1971, s. 91).

O tarihte ABD, Vietnam ile meşguldü; Ortadoğu daha çok bir barış bölgesi olarak görünüyordu ve bu coğrafyada Şii İran ile Sünni Suudi Arabistan arasında –ABD’nin kanatları altında- bir denge kurulmuştu. Oysa “İran Devrimi” bütün bu dengeleri alt üst eden bir olay oluyor ve bölge giderek, 16. yüzyıl Avrupa’sını anımsatan bir din savaşı bataklığına sürükleniyordu. Bu kavgada Amerikalıların yeri de elbette ki ABD düşmanı İran rejiminin değil, uyumlu Sünni krallıklarının yanı olacaktı. Ta ki bir kolonyal icat olan “ılımlı ve uyumlu İslam”, büyücü çırakları elinde “kudurgan İslam”a dönüşünceye ve uçaklar bomba olup New York’un tepesinde infilak edinceye kadar!

ABD’nin Sünni İslam’la balayı bitti mi?

Tarih defalarca göstermiştir ki, dini duygular bir kez kızışınca onları yatıştırmak son derece güçleşiyor ve böyle durumlarda da, şairin dediği gibi, “kan şiddeti, şiddet kanı besler” hale geliyor. Kaldı ki Amerika’da da demokratlar, Galbraith’in beklentisine yanıt verememişler ve Bush’un Bağdad Seferi ile Irak’ı kan gölüne çevirmesini önleyememişlerdi.

İşte günümüzde bölgede yaşanan trajik durumun tohumları böyle atıldı ve sonuç da felaket oldu. O kadar ki sonunda Obama da çareyi bu bataklıktan kaçmakta buldu. Ve böylece Cumhuriyetçilerle Demokratların Ortadoğu politikası pratikte birbirini tamamlayan bir “vur-kaç” politikasına dönüştü. Bush vurmuş, Obama kaçmış, geriye de El Kaidesi, Işid’i ve her türlü ruh hastasıyla bir enkaz kalmıştı. Hatta Suudiler ve Katarlılar bile –Erdoğan Türkiyesi’ni de peşlerine takarak- Beyaz Saray’a kafa tutmaya başlamışlardı. Bu koşullarda elbette ki ABD emperyalizminin Sünni balayı da devam edemezdi.  Ve ibre otuz beş yıl sonra bu kez Şiilerden yana dönmeye başladı. Tabii –bilemeyiz ne zaman- tekrar Sünnilere çevrilinceye kadar. Tıpkı Amerikan demokrasisinde partilerin iktidarla muhalefet arasındaki rakkas hareketleri gibi!
İşte bugünkü durum bu ve biz de bu durumu sorguluyoruz: Ne dersiniz İran anlaşması bölgeye barış ve huzur getirebilecek mi?

Kötümser olmayalım; fakat herhalde şunu da gözden kaçırmamalıyız: Herkes hala İran’la yapılan anlaşmayı alkışlamaya devam ederken, bu ülkenin, adeta Işid’le yarışır gibi, on dört yaşındaki bir çocuğu eşcinsel diye bir meydanda halka seyrettirerek idam etmesi de gösteriyor ki bölgeye öyle kolay kolay barışın ve demokrasinin gelmesi de beklenmemelidir.

Önceki ve Sonraki Yazılar