Karanlığın bağışıklığı

Her şey karlı bir kış günü trafiğin sıkışmasıyla başlar…
Otoyolda bekleyen araçlar arasında havaalanının uçuş kontrol görevlilerini değiştirecek servis de vardır. Vardiyası bittiği halde nöbet değişimi yapamayan uçuş kontrol görevlileri yorgun ve dikkatsizdir…
Bir uçak yanlış yönlendirildiği için yüksek gerilim hatlarının üzerine düşer. Kentin tamamını kapsayan büyük bir elektrik kesintisi yaşanır.
Kaloriferler yanmaz, asansörler, fırınlar, radyo istasyonları, benzin pompaları, trafik ışıkları… Hepsi durur. Trafik tıkanır, soğuk yüzünden insanlar evlerinde buldukları her şeyi yakmaya girişir. Şehrin dört bir yanında çıkan yangınlarda itfaiye araçları yetersiz kalır.
Polis hiçbir yere ulaşamaz. Kesinti uzar, yiyecek kıtlığı başlar,  marketler yağmalanır…
Ordu duruma el koymaya çalışır, ama kaos çoktan filizlenmiştir. Su şebekeleri çalışmaz, hastanelerde bütün operasyonlar durur.
Ölüler ortada kalır, sokaklarda yığılan cesetlerden yayılan hastalıklar salgınlara ve kitlesel ölümlere neden olur…
Şehre artık çeteler egemen olmuş, geri çekilmek zorunda kalan ordu dağılmıştır…
Kaos adım adım bütün ülkeye yayılır.
Çeteler birleşir, güce, suya ve yiyeceğe dayalı bölgesel yönetimler ortaya çıkar...
Bu beylikler yeni bir Ortaçağı müjdelemektedir…
Umberto Eco’nun aktardığı ve İtalyan Fütürist Roberto Vacca’nın New York için hayal ettiği “Blackout” yani  “karanlık” senaryosu Hollywood tarafından keşfedildi ve Revolution  dizisine ilham verdi.
Revolution,  Eco’nun altını kalın kalın çizdiği bir gerçeği pek umursamadı.
O gerçek şuydu; Yoksullar, zaten zor şartlarda yaşadığı için güçlüklere çok daha kolay adapte olur, zenginler hayatta kalmakta zorlanır!
Bu günlerde ülkenin bir bölümü bir “blackout” yaşıyor. Silopi, Silvan, Varto, Cizre, Sur…
Hollywood dizisindeki gibi; elektrikler kesik, telefon şebekeleri çalışmıyor, ekmek bulmak bile mesele…
Ajanslar, Ortaçağ beylikleri gibi “hendek kazanlardan” ve kazılan hendekleri kapatanlardan söz ediyor. Fakat asıl mesele hukukun yaşadığı “blackout” yani “karanlık”…
Öznesi muğlak haberlerde öldürülenlerden değil, “çatışmalarda ölenlerden” söz ediliyor.
Anayasa’da sayılan, devletin yükümlüsü olduğu temel haklar; haberleşme, seyahat, ifade özgürlükleri, en önemlisi de “yaşama hakkı” fiilen geçerli değil.
Devlet, yıllarca sıkıyönetim ve olağanüstü hal gibi formüllerle yürüttüğü düzeni, bugün mahcup bir tanımla “özel güvenlik bölgeleriyle” sürdürüyor.
Ve tıpkı Revolution senaristleri gibi, yıllar boyunca “hukuktan arındırılmış” bir coğrafyanın hukuksuzluğa bağışıklık kazanabileceği gerçeğini ihmal ediyor…

Önceki ve Sonraki Yazılar