Kim bu devlete çalışan İslamcı ajanlar?

AKP-Cemaat savaşı alttan alta ve kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Anayasa Mahkemesi’nin dershanelerin kapatılmasını anayasaya aykırı bulması, HSYK’nın ise ertesi gün onlarca Cemaatçi savcı ve hâkimi meslekten ihraç etmesi bu savaşın son gelişmeleri olarak karşımızda duruyor.

AKP-Cemaat savaşının birden fazla cephesi bulunuyor, bu cephelerden birisi olan “ideoloji cephesi”nde de kavga olanca şiddetiyle sürüyor. Cemaat AKP’yi İslamcılığı bitirmekle itham ederken, aynı ithamı AKP ideologları Cemaate yöneltiyor; suçlamalar, itiraflar havada uçuşuyor.

Cemaat yazarlarından Mümtazer Türköne ve Ali Bulaç bir süredir “devletin İslamcı ajanları” başlıklı bir tartışma yürütüyor ve aslında şunu söylemiş oluyorlar: “AKP’nin bugün devletleşmesinin asıl nedeni, içlerinde bulunan ve devlet adına çalışan ajanlar”dır.

Peki bu söylem ne kadar doğru? İslamcılık-devlet ilişkisi söz konusu olduğunda mesele birkaç İslamcının devlete çalışmasına indirgenebilir mi, mevzu bu kadar basit mi?

Elbette ki değil, Türkiye’de İslamcılık-devlet ilişkisini doğru bir şekilde ortaya koyabilmek için tarihsel ve analitik bir bakış açısına ihtiyacımız bulunuyor.

Bunun için ise şimdilerde etkisini yitirmiş olsa da, Türkiye’nin düşünce dünyasını uzunca bir süre rehin almış olan liberal ve muhafazakâr tezleri tereddütsüz bir şekilde reddetmek gerekiyor.

Bu tezler Türkiye tarihini “batılı elitler”le “mütedeyyin halk kitleleri”nin mücadelesinin tarihi olarak görür, ülke 80 yıldır bu elitlerin vesayeti altındadır ve bu vesayetin ideolojisi de Kemalizm’dir. Vesayetçi Kemalist rejim 80 yıl boyunca dindarlara zulmetmiş, dindarlar ise bu zulme karşı demokrasi mücadelesi vermişlerdir. 

Oysa devletle İslam/İslamcılık arasındaki ilişkinin söz konusu tezlerde anlatılan masalla uzaktan yakından alakası yoktur, bilakis bu ikisi arasındaki ilişki sola karşı uzun bir uzlaşma arayışının ve AKP şahsında bu uzlaşmanın gerçekleşmesinin tarihidir. Dinselleşme de bu bağlamda okunmalıdır.

Dinselleşme için milat olarak İkinci Dünya Savaşı’nın bitişi alınabilir, bu tarihten itibaren Türkiye’de çok partili hayata geçilecek ve din üzerinden siyaset yapma bir Türkiye gerçeği halini alacaktır.

Ancak mesele bunun çok daha ötesindedir; dönemin tek parti iktidarı, Soğuk Savaş’taki safını ABD’nin yanı ve sol düşmanlığı olarak belirlediği andan itibaren, 1923’e, yani “kendi özüne” ihanet edecek ve dinselleşmeyi bir politika olarak benimseyecektir.

“Komünizm tehdidine karşı dindar ve milliyetçi nesiller yetiştirmek.”, içlerindeki bir avuç ilericiyi saymazsak, CHP’nin 1946’daki pozisyonu budur.
DP iktidarı döneminde ise dinselleşme ivme kazanır, tarikatlar siyasete döner, AP döneminde imam-hatipler pıtrak gibi çoğalır, 12 Eylülcüler Türk-İslam sentezine sarılırlar, Özal devletin kilit noktalarına İslamcıları getirir, yeşil sermayeyi palazlandırır ve nihayetinde devletin açtığı kapılardan giren İslamcılar AKP’yle birlikte iktidar olur, sonra da parti-devleti inşasına girişirler.

Tüm bu sürecin belirleyici unsuru ise “sol düşmanlığı”dır; Türkiye’de sınıf mücadelesi yükseldikçe ve toplumsal muhalefet güçlendikçe devlet dinselleşmeye daha hızlı bir şekilde sarılır, İslamcılara ikbal kapıları daha çok açılır.

Tam da bu nedenle, mesele “üç beş ajanın devlete çalışması” değil, devletle İslamcılık arasındaki varoluşsal ilişkidir ve bu ilişkinin “kurucu ötekisi” soldur. “AKP nasıl devletleşti” sorusuna yanıt arayanlar, sol düşmanlığı üzerine inşa edilmiş bu varoluşsal ilişkiye bakmalıdırlar. 

Önceki ve Sonraki Yazılar