Cumhurbaşkanı Gül için tarih ne diyecek?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül önümüzdeki birkaç hafta içinde, 10 Ağustos seçimlerinin ardından, görevinden ayrılıyor. Gazetecilikte adettendir: Önemli görevlere tırmanmış siyasetçilerin bir performans değerlendirmesi yapılır. Elbette, Tarih’inki gibi net bir yargı için vakit henüz çok erkendir, ama gazetecilerin “tarihin ilk müsveddesini” yazdıkları da unutulmamalı…


Abdullah Gül nasıl bir Cumhurbaşkanı idi ? (Evet, ondan geçmiş zaman kipinde söz edilmesine alışmamız lazım!) .Tarih onun hakkında neler yazacak? Gelecek kuşaklar neler düşünecek? Cumhurbaşkanları galerisindeki tablosunu görenler neler mırıldanacaklar?


Bakıyorum, yerli ve yabancı basında

birçok kişi ondan “eşi başörtülü ilk Cumhurbaşkanı” şeklinde söz ediyor. Tarihin bunu kaydedeceğine şüphem yok. Ancak herhalde başka şeyler de söyleyecektir.


* * *


Ben 2007’de Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı olmasına karşı çıkmıştım. Bunun nedeni, eşinin başörtülü olması değil, parti bağlantıları nedeniyle “tarafsız” olamayacağına ilişkin endişelerimdi:


Türkiye’nin sürekli kriz üreten siyasi sisteminde, özellikle kilitlenme anlarında, Cumhurbaşkanlarına çok özel görevler düştüğüne inanıyordum (hâlâ inanıyorum!).

Bence AKP kurucusu Gül bu rol için fazla “siyasi” ve “ideolojik” idi. Gül’ü Cumhurbaşkanı yapmakla, zaten çatlaya patlaya işleyen sistemi en önemli

supaplarından birinden mahrum bırakmış oluyorduk.


Gül “tarafsızlık” testini geçti mi? Bence hayır! Tamam, Celal Bayar gibi eline parti bastonunu alıp mitinglere gitmedi ama kritik tercihlerini hep AKP’nin isteklerinden yana yaptı. Bu yedi yıl süresince “Acaba tarafsız Cumhurbaşkanı ne der?” sorusunun Tayyip Erdoğan’ın uykularını kaçırdığını hiç sanmıyorum.


Oysa, toplumun gittikçe daha büyük kesimlerinin kendisini mağdur olarak hissettiği bu aşırı kutuplaşmış dönemde tarafsız bir Cumhurbaşkanına duyulan özlem yüksek dozdaydı. Gül, bu konudaki umutları hep boşa çıkardı.


* * *


2007-2014 döneminin tarihe Türkiye Cumhuriyeti tarihinde en ağır adalet skandallarının yaşandığı ve Türkiye’nin dünyadaki bir numaralı gazeteci hapishanesi olarak bilindiği dönem olarak geçeceğini biliyoruz. Balyoz, Ergenekon, KCK ve Oda TV davaları adaletin nasıl kötüye kullanılabileceğinin örnekleri olarak doktora tezlerine, kitaplara ve filmlere konu olacaktır.


Ve şu soru sorulacaktır: Bütün bu dehşet uyandırıcı şeyler olurken ülkenin Cumhurbaşkanı neredeydi? Adalet sisteminin bir kumpas makinesi haline dönüştüğünü ilk fark edenin ve buna karşı adımlar atanın ülkenin Cumhurbaşkanı olması gerekmez miydi?


O Cumhurbaşkanı ki, elinde denetleme kurul ve yetkileri vardır. O Cumhurbaşkanı ki, Anayasa’ya göre, devlet kurumları arasında eş güdüm sağlamakla yükümlüdür.


Dahası, o Cumhurbaşkanı, ülke ordusunun başkomutanıdır! Tarih şunu açıkça yazacak ki, işte o başkomutanın döneminde o ordu ağır komplolarla hırpalanmış, itibarsızlaştırılmış ve etkisizleştirilmiştir. Oysa bu coğrafyada güçlü bir ordu vazgeçilmez bir jeo stratejik unsurdur. Ülke güvenliğinin temel direğidir.


* * *


Keza, ilerde ülke basınının “karanlık dönem”i incelenirken de o soru sorulacaktır? Bir günde bir düzine gazetecinin evlerine baskın yapıldığı, onlarcasının tamamen yazıp çizdikleri nedeniyle tutuklandığı, henüz basılmamış kitapların toplatıldığı, muhabirlere ve yazarlara terörist muamelesi yapıldığı sırada ülkenin Cumhurbaşkanı neredeydi? Çağdaş, demokratik ölçütler çerçevesinde asla kabul edilemeyecek şeyler olurken bir şeyler yapması gerekmez miydi?


Ama yapmamıştır. Bakalım anılarında bunları nasıl açıklayacak, Tarih önünde bu dönemin hesabını nasıl verecek?


* * *


Yedi yıllık Cumhurbaşkanlığı döneminde Abdullah Gül’ün en büyük şansı ve şansızlığı aynı kişi idi: Recep Tayyip Erdoğan!


Dönemin gerçek güçlü adamı Erdoğan’ın sert, kavgacı, sinirli, saldırgan ve kaba üslubu nedeniyle, zaten mizaç olarak ondan çok daha mülayim olan Gül bir “beyefendi” olarak ayrıştı. Ağzını bozmadı. Retorik düzeyinde de olsa, yatıştırıcı olmaya gayret etti.


Ama belli ki eski dostu, “yol arkadaşı” Erdoğan onun yatıştırıcı tavsiyelerini, eski deyişle, pek “kale” almadı. Türk demokrasi tarihinde siyasal söylemin bu kadar düştüğü bir başka dönem olmamıştır.


Bu yedi yıllık dönemde, AKP’nin “iç çekirdek” kadrosunun dışında olanların en çok merak ettiği şey, Gül ile Erdoğan arasındaki gerçek ilişki olageldi. Kimilerine göre, aralarında, zaman zaman göze çarpacak kadar belirginleşen gizli bir rekabet vardı ve Erdoğan sonunda onu tasfiye etmişti. Kimlerine göre ise, rekabet görünümü yapaydı, ikisi de ta ilk gençlik yıllarından beri bir davaya baş koymuş militanlardı ve aralarında anlaşmazlık çıkması mümkün değildi.


Bu konuda benim söyleyebileceğim bir şey yok. Bu yüzden, Erdoğan’ın günah ve sevaplarının ne kadarının Gül’e, Gül’ün günah ve sevaplarının ne kadarının Erdoğan’a ait olduğunu bilecek durumda değilim.


Tarih, bu gibi müsveddelerden de yararlanarak, mutlaka yazacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar