Kız Kulesi bir sevda masalıdır

İnce uzun, ışıltılı bir kızdı. Gözleri gün ışığına göre renk değiştirirdi. Sabahları, içinde kandil sarısı ışıklar gezinen munis bir yeşil, öğlen huzur verici bir Prusya mavisi, akşam boğaz suları gibi tehlikeli anaforların çaktığı karanlık bir yosun kızıllığı…

Annesiyle yaşardı ve hep yalnızdı. Güneş yavaşça yükselip, altın ışıklarıyla kenti zerrin tozlarıyla kaplarken uyanır ve akşama kadar Marmara’nın masmavi sularını seyreder dururdu. 

Sonra akşam olurdu. Güneş uzaklardaki tepelerin ardında yavaşça batardı. İstanbul’a yıldızlara bürünmüş bir akşam çökerdi. Yedi tepeli kentin üzerine hüzünlü bir gece inerken, ut, santur ve tambur sesleri birbirine karışırdı. Umutsuz sevdalara kapılmış üzgün insanların buğulu bir sesle söyledikleri şarkılar duyulurdu. 
Henüz sevdayla tanışmamış olan kız, yıldızların ışığı yavaşça solarken, yosun tutmuş kayaların üzerindeki evine girer, aşkın, sevdanın nasıl bir şey olduğunu düşüne düşüne uykuya dalardı…

Erguvan ve mevsimi ve aşk

Derken günlerden bir gün kız aşık oldu. Kenti parıltılı bir imparatorluk moruna boğan bir erguvan mevsiminde, aşk kızın elinden tuttu.
Vurulduğu genç, tam karşı kıyıdaydı. Pera’daki Ceneviz mahallesinde dimdik yükseliyordu. Yiğit bir duruşu vardı. Bıçkındı, bitirimdi. Kızı kendisine bakarken ilk gördüğünde alaycı alaycı gülmüş, sonra da her zaman yaptığı gibi Karaköy limanındaki pusulasız tekneleri seyre durmuştu.

Sonra her sabah bakışmaya başladılar. Bir fırtınaya tutulmuş gibiydiler. Martılarla birlikte uyanıyor, Marmara’nın suları lacivertten maviye, köpük beyazından zakkum pembesine rengarenk dalgalanıp dururken, gözlerini bir saniye bile ayırmadan öylece bakıp duruyorlardı birbirlerine…

Gece olup, İstanbul bir kan uykusuna dalarken de fısıldaşmaya başlıyorlardı. Fısıldıyorlardı, çünkü konuştuklarını hiç kimsenin, yıldızların bile duymasını istemiyorlardı. Kız, “Kimi sevsem, sensin” diyordu, delikanlı da “Her şeyi terk ettim, kimi sevsem sensin, senden ibaret” diye cevap veriyordu.
Seviyorlardı birbirlerini ama asla kavuşamayacaklarını da biliyorlardı. İkisi de vahim yalnızlıklar içindeydiler. Gözleri birbirini bulduğunda, jilet mavisi şimşekler çakıyorlardı. Hasretten, ikisinin de saçları bir orman gibi tutuşuyordu… 

Aşkın imkansız halleri

Efendim, Kız Kulesi ve onun, tam karşı kıyıdaki Galata Kulesi’ne olan onulmaz sevdasından söz ediyorum. Nasıl olsa Kız Kulesi hakkında rivayet muhtelif, bir de böyle bir öykü oluşsa fena mı olur diye düşünüyorum.

Kız Kulesi’nin öyküsü çok. Ben de Kız Kulesi’nin yani efsanelerin doğurduğu, masalcıların büyüttüğü bir Bizans Prensesi’nin, bir Osmanlı Sultanı’nın ve bir Cumhuriyet Kızı’nın bir başka öyküsünü böyle kurguluyorum işte. 

Salacak’a yolunuz düşerse, Kız Kulesi ile Galata Kulesi’ne şöyle bir bakın. Onların o hiç bitmeyen aşklarını göreceksiniz. Birbirlerine martılarla nasıl haber gönderdiklerini, birbirlerine nasıl “Ben sana mecburum…” diye şiirler fısıldadıklarını duyacaksınız.

“Birbirlerine kavuşamadan geçen bunca yüzyıla nasıl dayandılar peki” diye sormayın lütfen.

Unutmayalım ki, “ayrılık sevdaya dahil”dir…

Önceki ve Sonraki Yazılar