Kitaplardan mutluluğu öğrenmek mümkün müdür?

Medya tüm olan biteni ve gerçekleri anlatmıyor. Üstünkörü geçilmiş o kadar önemli konular var ki! Gazete almayan, haber izlemeye dayanamayan, olayların tarafsız yüzüne internetten izleyen insanlar çoğalıyor. Herkeste bir asabiyet, bir bezmişlik,  bir celallenme… Kendim için değil, “hepimiz” için düşündüğümde, aklıma takılan şu “yaşam sevincinin” kör kuyulara atılması işi yüreğime çörekleniveriyor! İnternet de olmasa, seçilip sunulan - gerçekleri- (!) kabullenerek yaşamak zorunda kalmak bulaşıcı bir mutsuzluk yaratıyor.
Ne büyük bir iştahla tüketiyoruz şu teknoloji denen mereti!

Cebimizde radyasyonu belleğimize zehir akıtan telefonlarla, suyu 30 saniyede kaynatan mikro dalgalarla, yirmi yılı bir saniyede silen kırışık iğneleriyle, hatta bilmem kaç beygirlik arabaların dört saniyede çıktığı 100 km hızında “güncel mutluluklar” yakalıyoruz.!

Daha bireysel savaşıyoruz! Başkaldırımız ve küstahlığımız ne kadar yüksekse, o kadar gördüğümüz sahte itibarlarla… Kadın koluna takmış çantayı. Fiyatı bin beş yüz ekmek parası! “Sosyeteye giriş makbuzu” değerinde bir çanta ve yanı başımızda çocukların öldüğü savaş sürerken “bana ne” diyen egosuyla ne kadar da bencil hayat standartları yaratıyor insanlar kendilerine. (Sana ne kadının çantasından diyene de iki çift sözüm olur ama burası yeri değil.)

Yokluk ve varlığın uçurumlarında, nefret ve hasedin çoğalmasına engel olunamıyor. Sonra, hasedi çoğalanlar kendi inşa ettikleri öfkeleriyle, standart mutluluk reçeteleri yazan köşe yazarlarına saldırarak serinliyorlar.

Elimizden kayıp giden seneler, bir türlü oturtmadığımız standart yaşam ve her gün eksilen yaşam sevinci, bulaşıcı bir hastalık gibi dağılıyor, belirsizlik denilen o kocaman kara deliğin içinde çöküp kalakalıyoruz…

Kimimiz bu bezgin yaşam şeklinin adrenalini arttırmak için ayağına lastik halat bağlayıp kendini kanyonlardan aşağı bırakmayı denemeye başlıyor, kimimiz rakı şişelerinde balık olarak sakinleşiyor, kimimiz de bu çökmüş ruhtan kurtulurum umarıyla aşka kapıyı kapatıp evrak içinde cebelleşmeyi eğliyoruz…

Sonra?

Sonra, kaygılarımız, umutsuzluklarımız için zahmete girmeden satın alacağımız öğütler için psikiyatristlerin yanına koşuyor çoğumuz. Mutluluk formülleri satan kitaplar içinde çıkış yolu ararken kendi kendimizin önünden çekilmeyi bir türlü akıl edemiyoruz!

Hoşgörüyü öğrenmeye yeltenmeyip, ağlaşıp duruyoruz “adam gibi adam, kadın gibi kadın kalmadı” diye… Mutlu olan birini görünce hayrete düşüyoruz, muhtemelen geçici olduğunu, en fazla birkaç ay sonra bu “mutluluk” halinin nasılsa biteceğini…
Tıpkı sokaktaki kestanecinin yahut köşedeki bakkalın varlığının sizin hayatınız için bir anlamı olmadığını benimsediğiniz, onları yaşamınızda yok saydığınız gibi, siz de bazıları için “yok” farz edilebilirsiniz!
Sözü uzatmayayım…

Siz, birini “sizi sevsin” şartıyla seviyorsanız, “yanımda olsun da ben nasıl olsa ona zamanla benim istediğim gibi davranmasını öğretirim” gözüyle ilişkiye bakıyorsanız bencilliğiniz sizi her daim yalnız bırakacaktır. Korkmayın yalnızlıktan o zaman?

Sevmek bir lütuf değildir. Karşınızdakinde sevilecek bir yan bulduğunuz için onu seviyorsunuzdur. Onu sevmeyi becerdiyseniz bu, onun başarısıdır. Size kendinde sevilecek bir şeyler olduğunu belli etmiştir. Sevmişsinizdir…

Ya insan olmanın tüm hasletleriyle her şeye rağmen sevmeyi öğrenin, yahut yalnız yaşamanın sizi eksiltmeyeceğine inanın.

Kızdınız! Bana kızdınız.

E, napayım? Biz âdemoğullarının her “Dünya Barış Günü” ortalık kan gölüyken kutlanıyor!
Biz “Yerli Malı Haftası” dışında Türk mallarına itibar etmedikçe, Çevre Günü”nde talan ettiğimiz doğaya “özür dilerim” deyip, ertesi gün siteyi inşaya devam ettikçe… Hele hele “Sevgililer Günü”nde sevdiğimizi yemeğe götürüp, ertesi gün sevdiğinin özlük haklarına savaş açtıkça ben ne yazabilirim insanoğlu ve” ikiyüzlü ahlakı” hakkında?

“Mutluluk varılacak bir istasyon değil, bir yolculuk şeklidir” diyen Montesquieu’ye inanın. Kitaplar sadece size krokinin kuşbakışı halini verir. Ruhunu değil.

Önceki ve Sonraki Yazılar