Mahallenin delileri

“Sosyal medya” iki gündür “sallanıyor”…
Sansür yüzünden binbir dalavere ile izleyebildiğimiz Fırat Haber Ajansı, iki ay önce Yüksekova’da  Kürt ameleleri yere yatırıp “Türkün gücünü göreceksiniz” diye terör estiren özel harekat polisinin “tutuklandığını” duyurdu.

Adam, ezik görüntüsüyle “Limon satsaydım da bu işi yapmasaydım” diyordu. Polisin kafası kazınmış,  güneş gözlüklü fotoğrafı ile pişman fotoğrafı yan yana verildi… Birbirlerine hiç benzemiyorlardı… Fakat zıtlık inandırıcılığı kamçıladı…

Aklı başında gazeteciler bile haberi “cıvıldayarak”verdiler.
Bomba kısa sürede patladı… Gazeteci İsmail Saymaz, özel harekat polisinin aslında “Pertekli Deli Ersin”namıyla maruf bir vatandaş olduğunu yazdı. Rivayete göre 12 Eylül döneminde gözaltında delirmişti…
Fakat memleket, Türk, Kürt, Laz, Çerkez, bütün unsurlarıyla balataları sıyırmaya hazırdı…  Sıyırdı da.

“Rambo Okan”, “Kenan Komutan” gibi mahallelerde tanınan ve sevilen simaların kaçırılması endişesi doğdu…

Sarıyer’de Aşkı Memnu’nun çekildiği yalının önüne gidip Beren Saat’i kınayanlar ya da Gerard Depardieu’nün Türkiye’yi terk ettiğini zannederek “Defol git” diyenler bile dalga geçti…

Boşverin etle tırnak klişesini; kan, gözyaşı ve şiddet arasında hepimizi güldürebilen “salaklık” aslında pek de farkımız olmadığını göstermiyor mu?
Hem devlet aklıyla mahalle delisi arasında belirgin bir sınır da yok. Gazeteci olarak tanık olduğum vakalar bunu fazlasıyla gösterdi.
Biri öğretmendi, karısı kendisini terk etmiş, o da bu yüzden Batıkent’te bir Jandarma yüzbaşısını kafaya takmıştı. Papa Suikastı’ndan, 16 Mart Katliamı’na, Cantürk’ün öldürülmesinden Özal’a kadar bütün olayları gelip bu yüzbaşıya bağlıyordu. Keskin bir zekası vardı ve hiçbir ayrıntıyı atlamıyordu. Daktiloyla 20-30 sayfalık notlar yazıyordu. Her satırını okuyor, “Acaba olabilir mi?” diye kuşkuya düşüyordum. Düzenli olarak gazeteye gelir, geliştirdiği notlarını bırakırdı.

Bir gün “Ankara Çetesi” diye bir kitapla çıkageldi… Bağlantılar muhteşemdi… Papa Suikastı, Vatikan Bankası, Başbağlar Katliamı… Fakat her şeyin merkezinde Batıkent’te bir yüzbaşı… Dönemin Refah Partili milletvekilleri kitaba dayanarak Meclis’e zehir zemberek  soru önergeleri verdiler. Derin devlet çökmek üzereydi. Sonra “Ergenekon uzmanı” olarak röportajlarını gördüm…

Bir de Cengiz T. vardı. “Tak şak” paşa olarak anılan generalin vukuatlı oğlunun su gibi arkadaşı. “Milli İstihbarat Teşkilatı” kimlikleri ve askeri telsizler dağıtarak kimi vatan evlatlarından 15-20 kişilik silahlı külahlı çete kurmuştu. Elemanları,  gerçekten de devlet için gizli görev yaptıklarını zannediyorlardı. Bu yüzden de gasp, tehdit, haraç gibi işleri görevin bir parçası olarak düşündüler. Fakat “büyük şef” tecavüzden enselendi.

Elemanları yakalamak çok kolay oldu. Polis  “görev var gelin” deyince silahlarını, kelepçelerini ve telsizlerini kapıp karakola koştular. Şef “devlet bizi sattı, başınızın çaresine bakın” dediğinde bile görevlerinin gerektirdiği vakarla susuyorlardı...

Abdullah Argun Çetin’i unutmak olmaz. Lejyoner olduğunu, Azarbaycan’da eğitildiğini, Mumcu Suikastı’na katıldığını söylüyordu. TBMM Meclis Araştırma Komisyonu’na çağrıldı, yer yerinden oynadı. Başlarda dikkatli davranıyor, anlattıklarının tutarlı olmasına dikkat ediyordu. Gazetecilerin ve politikacıların “gevşekliğini” görünce cıvıdı. Palavranın dozunu artırınca ciddiye alındı. Mumcu cinayeti davasında bir dönem “tek sanık” olarak yargılanmayı başardı. İki yıl kadar hapiste kaldı, çıktı, ağız değiştirdi; yine ajandı ama bu defa basını manipüle etmek için çalıştığını söylüyordu. O da Ergenekon Soruşturmaları gibi bir ekmek kapısı çıkınca uzmanlığa terfi etti.
Mahallenin delisi deyip geçmeyin, sizin olmasa da devletin bir bildiği vardır... 

Önceki ve Sonraki Yazılar