​Mesele şampiyonluk değil, sen anlamadın mı?

Sezon ortasıydı. Takım küme düşme hattında bir aşağı bir yukarı gidip geliyordu. Umutla tribünleri dolduran taraftar 90+ dakikalar boyunca takımı destekliyor, umudunu canlı tutuyor, ama sonuç bir türlü istedikleri gibi olmuyordu.
Yine de bir tek gün bile boş tribüne oynamadılar.
Ne sahadan, ne saha kenarından vazgeçmişlik hissini taraftarlarına yaşatmadılar.
Yakın geçmişte dipten zirveye çıkarak tarihlerine yeni bir hikâye daha eklemişlerdi. Çocuklarına on yıllar boyunca anlatacak kahramanlık anıları ve o anıların kahramanları vardı.
Yine geçtiğimiz sezonun bir maç bitiminde, aldıkları kötü sonucun ardından sahadaki oyuncular boyunları bükük şekilde özür dilemek için tribünlere gittiler. Tribünler de onları kucakladı.
İki taraf da geleneklerine sahip çıkmanın önemini çok iyi biliyordu.
Yöneticiler, taraftarlar, oyuncular, hepsi aynı tarafta olduğunu bilerek birbirine sahip çıkıyordu. Duygusal sebeplerle de olsa, kulübü yukarıya taşıyacak ticari sebeplerle de olsa (ki biri olmadan diğerinin olmadığını biliyoruz) bunu yaptılar.
Sezon sonuna yaklaşırken kazanmayı hatırladılar ve yavaş yavaş üst sıralara çıkmayı başardılar.
Yine de futbol tanrıları bir kurban istiyordu. O kurban gitme kararını verdiğinde yaptığı açıklama da şuydu;
“ Kulübün potansiyellerinin gerçeğe dönüşebilmesi için birinin kafası uçmalıydı. Mevcut şartlarda o kafa benimkisi oluyor. Değişim için doğru zaman bu zaman”
Ve gitti. Şahane bir uğurlamayla… Nasıl veda edileceğini bilen tüm taraflar unutulmaz anlar yaşadılar, yaşattılar.
Kötü geçirdikleri bir sezonu, önemli bir ayrılığı bile ileride anlatılacak güzel bir anıya dönüştürmeyi başardılar.
Tabii ki Türkiye'de ki bir kulüpten bahsetmiyorum.
Bütün bunlar ve daha fazlası Borussia Dortmund’da yaşandı.
Aynı hikâyenin Türkiye versiyonunda sevgisizlik, geleneklere saygısızlık, taraftarı hiçe sayan bir anlayış ve umutsuzluk vardı.
Ve hâlâ “bunlar daha iyi günler” hissi vererek devam ediyor…

Önceki ve Sonraki Yazılar