Muhammed Ali bana ne demişti?

   Tüm zamanların en iyi boksörü olarak bilinen ve 3 kez ağır sıklet Dünya boks şampiyonu olan Muhammed Ali ile 1994 yılında Londra'da bir Türk restoranında tesadüfen karşılaşmış ve kendisiyle tanışma imkânını bulmuştum. Bu tanışma, Hackney Bulvarı üzerindeki Anıl veya Oba restaurantlardan birinde gerçekleşmişti. Her gittiğimde mutlaka uğradığım bu restaurantlardan hangisi olduğunu şu an net olarak hatırlamıyor olmama karşın, ikisinden birisi olduğunu kesin olarak hatırlamaktayım.         O buluşmamızda uzunca bir sohbetimiz olmuştu. O zamanlar ''helal et'' tabelalarının asılı olmadığı dönemlerde, kendisi Londra'ya her geldiğinde mutlaka Türk restoranlarında yemek yediğini ve Türk mutfağını çok sevdiğini söylemişti.         Hemen herkes onu 3 kez ''Dünya boks şampiyonu'' olan yanı ile tanımış olmasına rağmen, o sohbetimizde ben Muhammed Ali'yi  daha çok insani yanı ile tanıma fırsatını yakalamıştım.         1955 Yılındaki Rosa Parks eylemini ilk kez kendisinden dinlemiştim. 1960 Yılında Roma olimpiyatlarında ''Altın Madalya'' kazandıktan sonra Amerika'ya döndüğünde bir lokantada sadece beyazlara servis yapıldığını, zencilerin içeriye alınmayışını protesto etmek amacıyla, kazandığı altın madalyasını Ohio nehrine attığını anlatırken gözlerinin dolu dolu olduğuna tanık olmuştum.         1964 yılında 22 yaşında, Liston'u yenerek ilk Dünya şampiyonu olduktan sonra Dinini değiştirerek İslam Dinini seçtiğini anlattığı anda ise gözlerinin içinin güldüğüne tanık olmuştum.         Vietnam savaşına gitmeyi ''Vietnamlılar bana hiçbir kötülük yapmadılar ki onlarla savaşayım'' diyerek reddettiği için 25 yaşında, Unvanının, Lisansının ve Pasaportunun elinden alınmış olmasını ise kendi yaşamıyla ilgili en acılı ve en kötü yılları olarak tanımlamıştı. Çok büyük maddi sıkıntılar yaşadığı bu 3 yıllık dönemde, Üniversitelerde ''İslamiyet'' ile ilgili düzenlenen toplantılara konuşmacı olarak katıldığını ve bu konu ile ilgili kendisini geliştirdiğini anlattığında hayretler içerisinde kalmıştım. Nüfusunu yüzde 98'i Hristiyan olan bir ülkede yaşayan ve 22 yaşından sonra Müslüman olan bir kişi ''İslam tarihini'' bizlere öğretilenlerden çok daha iyi biliyordu.          O bir insan hakları savunucusuydu.         O bir mücadele adamıydı.         O kendi ülkesindeki beyaz-zenci ayrımın yok edilmesi konusunda uslanmaz bir eylem adamıydı.         O ABD'nin ''emperyal'' yayılmacı politikalarına karşı çıkabilme cesaretini gösterebilen cesur bir devrimciydi.   
 11 Eylül saldırılarından sonra, başına New York itfaiye şapkası takarak, olay yerine giden ve ''Beni asıl inciten, teröre İslam adının bulaştırılması ve sorun çıkarıp nefret ve şiddete yol açmasıdır. İslam katil dini değildir! İslam barış demektir'' diyerek, bugün birbirini boğazlayan sözde Müslümanlara örnek olabilecek bir Müslümandı.        Kendisi aramızdan ayrıldı. Ruhu şad, mekânı cennet olsun...

Önceki ve Sonraki Yazılar