Mülkiyet değişmeden

  Türkiye’de ‘mülkiyeti’ sorgulamak yasalara, önyargılara takılıyor.   Oysa asıl mesele tam da burada mülkiyet yapısında yatıyor.   Liberal ekonomiden kamu mülkiyeti özel çıkarlar lehine vahşice küçülüyor, azalıyor.   Toplumsal sorunların, kamu mülkiyetin yağmalanmasıyla ilişkisi tarihin hiçbir döneminde, hiçbir ülkede bu kadar çıplak biçimde görülmemiştir.    Hemen her pazarda, dağıtım tekeli ve bu tekelin yarattığı vahşi kapitalist bir çark, bireyleri de, toplumsal ilişkileri de acımasızca öğütüyor.    En önemlisi iletişim araçlarındaki tekelleşme ve sınırlama.    Gazete, televizyon, sinema, müzik, kitap hatta internet.    Teknolojik gelişme, toplumu ve bireyleri daha çok özgürleştirmek yerine daha çok tahakküm altına alıyor.    Cep telefonu şebekelerine bakın mesela.    Hepsi de kamudan lisans almış dört operatör var. Kamuya ödedikleri lisans bedelinin kat be katını faturalardan topluyorlar. Dünyanın en pahalı internetinden söz ediyoruz, dünyanın en pahalı iletişimi de buna dahil aslında.    Yılda 40 milyar lirayı geçen bir faturayı iletişim ve internet için dört operatöre ödüyoruz. Bunun yarısından fazlası vergi olarak devlete gidiyor. Kalanı operatörlere.    Şöyle yapsak.    Dört operatörü de kamulaştırsak. İyi işletilen, denetlenen, şeffaf bir kamu işletmesi, ücretsiz olarak bütün vatandaşlara telefon ve internet olanağı sağlasa.   Bunun karşılığında gereken yatırım ve işletme maliyetleri için bütçeden yılda 10, 15 milyar lira ödesek?   Bedava iletişimin sağladığı sanayi, ticaret ve hizmet üretimiyle birlikte artacak vergi tahsilatı 10 milyar lirayı geçmez mi?   Elbette geçer, kat be kat geçer.   Hemen “Kamu verimli değil, özel sektör daha verimli” itirazları yükselir.   Oysa bu güne kadar mülkiyet ile verimlilik arasında bağ kuran, daha doğrusu özelleştirilen işletmelerin kamudan daha verimli olduğunu gösteren tek bir araştırma bile yok.   Kamudan kasıt ise, yoz politikacıların çiftliği gibi soyup sovana çevrilen devlet işletmeleri değil. Kelimenin gerçek anlamıyla hükümetten bağımsız olarak atanan, yönetilen, denetlenen kurullar ve bu kurulların yönettiği işletmeler.   Özel şirket olan Turkcell, binlerce abone kaybetmesine rağmen, sadece siyasal nedenlerle Ensar Vakfı’nı desteklemiyor mu?    Hani verimlilik? Bağımsızlık?     Yıllarca özel sektöre dünya fiyatlarının altında mal ve hizmet vererek palazlanmasını sağlayan KİT'ler, bizzat KİT'leri arpalık haline getiren sağcı politikacılar tarafından ‘düşman’ ilan edilip yok pahasına özelleştirilmedi mi?    Peki ya iktidarın kontrolündeki gazeteler, televizyonlar?    Gerçek tirajları da gerçek reytingleri de yerlerde sürünüyor.    Kamu bankalarının, kamunun kontrolündeki şirketlerin reklamlarıyla beslenip, ‘özelleştirmenin başarılarından’ söz eden fikir adamlarıyla dolup taşıyorlar.    Türkiye'de gıda dağıtımından çimentoya, elektrik iletiminden alkol üretimine, otomotivden beyaz eşyaya, bankacılığa, finans sistemine kadar hemen her alanda çok ciddi bir tekelleşme sorunu var.     ‘Özelleştirmeyle’ birlikte bu giderek vahşileşen, verimsiz, kan emici bir kapitalizme dönüştü.     Bu yüzden politika da kumda oynamak gibi bir şeye dönüştü.     Mülkiyeti tartışmadan, mülkiyeti değiştirmeden, mülkiyete müdahale etmeden artık politika yapmak mümkün değil.     Fakat daha önemlisi, iletişim araçlarındaki kontrolü kaldırmadan bunu değiştirmek de mümkün değil.     Dolayısıyla sadece Zarrab’ın, Ensar Vakfı’nın önüne yatanları değil, bankaların, iletişim tekellerinin, özel sermayenin önüne yatanları da bulundukları yerden kaldırmak ya da üzerlerinden atlayarak geçmek gerekiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar