Mülkiyet inancı

Bilgi ile inanç arasında kadim bir ilişki vardır. Aslında her ikisi de insanlık tarihi kadar eskidir. Hatta insanımsılar olarak adlandırılan ata primatlar dönemine kadar gider. Bugün birtakım insanlar ister inansınlar ister inanmasınlar ilk insanımsılar döneminde dahi inançlar vardı. Koskoca gezegende yapayalnız iki insan, bir ağaç ve yılan kılığına girebilen şeytan ile inançlar başlamadı. Böyle bir başlangıç olsaydı, doğrusu bu dünya şimdikinden daha rahat, hatta pek masalsı bir yer olurdu kuşkusuz. Hatta bilgiye, bilginin ihtiyacı olan emeğe ve zahmete de pek gerek kalmazdı. Tek yapılacak şey, yasak elmalardan kaçınmak olurdu. Oysa en inançlı geçinen insanların bile her gün kilolarca yasak elma yediği bir gezegende yaşıyoruz. Muhtemelen inanç sistemlerinin tarihi çok daha eskilere gidiyor. İşin ilginç yanı, bilgi sahibi olup o bilgiyi kullanmak kadar eski çağlara gidiyor.
İnsanların ataları olan Homo Sapiensler, bugün sadece izleri bulunabilen diğer bir gelişmiş insanımsı tür olan Neanderthal insanlarının köklerini yeryüzünden kazırken onların bir tehdit olabileceğine inanmışlardı. Gerçi Neanderthallerin ille de ilk atalarımız tarafından ortadan kaldırıldığına dair kesin bir delil yok. Ama mevcut torunlara bakınca bu olasılığın bir hayli yüksek olduğunu tahmin etmek güç değil doğrusu.
İnanç denince akla gelen ilk şey, din oluyor. Oysa inanmak, sanılandan çok daha kapsamlı bir canlılık göstergesidir. Bir kedinin veya köpeğin kendi yaşama alanı olarak belirlediği bir bölge, fiziksel bir gerçeklik olduğu kadar aynı zamanda bir inançtır. Kedi veya köpek, o bölgenin kendisine ait olduğuna inanır. İnancı doğrultusunda sahiplenir ve fiziksel olarak o bölgeyi dişlerini geçirebildiği başka canlılara karşı korurlar. İzin verdikleri dışında kimselere o bölgede yaşama hakkı tanımazlar. Hatta gerekirse kan dökerler.
Sosyalleşme kabiliyetleri olan canlılarda bu durum biraz daha karmaşık bir hal alır. Söz konusu yaşam sahası toplu halde savunulur. Karıncalardan maymunlara kadar tüm sosyal canlılarda iş bölümü ile savunma ve saldırı eylemleri gerçekleştirilebilir. Oysa bütün bu canlıları bulundukları yerlerden alıp uygun koşullarda başka yerlere alıp götürseniz aynı keskin inanç, yeni bölge için geçerli olmaya başlayacaktır. Sadece karada değil, denizde ve havada yaşayan canlılarda bile bir çeşit mülkiyet duygusu olarak tanımlanabilecek benzer bir inançtan bahsetmek mümkündür. Bu da doğaldır. Neticede maddeden oluşan canlıların yaşamak için maddi alanlara ihtiyaçları vardır. Bugüne dek sadece gönüllerde yaşayarak hayatını idame ettirmiş bir canlı pek yoktur.
Mesele şu ki, bilgi birikimleri insanlara göre oldukça sınırlı olan canlılar mülkiyetleri hakkındaki inançlarını insanlar kadar abartmamışlar ve iyi kötü doğal dengelere boyun eğerek izafeten eşit sayılabilecek bir yaşam tarzı tutturmuşlardır. Hayvanlar arasında da elbette insanlara özgü etik dışı davranışlara rastlanır. Sözgelimi, bir minik örümcek türü hiç ağ kurmak için yormaz kendini. Daha büyük örümceklerin bin bir zahmetle kurdukları pek estetik ağlara yakalanan canlıları çaktırmadan gider alır. Bir çeşit hırsızlık gibi görünse de doğanın ilginç hallerinden biridir bu. Zaten çok yaygın da değildir bu tür canlı türleri. Onlara doğanın neşe kaynakları gözüyle bakılabilir. O minik örümcekler büyük örümcekler dünyasında sevilmeseler dahi doğanın ironik hallerinden biridirler. Lakin genel çerçevede bakıldığında hayvanların kendi yaşam sahalarına ve diğer deyişle mülkiyetlerine verdikleri önem irdelendiğinde kendi türlerinden başka hayvanların alın terlerini sömürmedikleri görülecektir. Sömürü düzeni, insan olmanın anlamını bilmeyen insanlara has bir düzendir. Kısacası, hayvanın da aşağısı halidir.
En bariz mülkiyet duygusu olan yaşama alanı mücadeleleri insanlardan çok önce hayvanlar dünyasında başladı. Hatta derin bir bakışla benzer bir mücadelenin bitkiler dünyasında dahi yaşandığı gözlemlenebilecektir. Birbirini iten ağaç gövdeleri bile vardır bu gezegende. Doğadaki mülkiyet kavgası olarak görülebilecek yaşam alanı mücadelesini, doğanın kapitalizme sunduğu bir avans olduğunu düşünen çok sayıda saftirik liberal olsa da işin gerçeği farklıdır. Doğadaki diyalektik bir mücadeleyi tersinden anlamaktır bu. En önemlisi ise, bilgiden ve bilgiyi kullanma kabiliyeti olan insanlıktan bihaber olmaktır. İnsanı zekâ ve moral değerler bakımından diğer hayvanlar ile aynı seviyede sanma salaklığıdır.
İtiraz kültürü, insanı diğer canlılardan ayıran bir diğer temel özelliktir. Oysa inancın doğası itirazı reddeder. İnancın tek bir temel itirazı vardır. O da itiraza itiraz etmektir. Hala bilgiden çok gündelik, haftalık, aylık, yıllık ve ömürlük inançlar ile hayatlarını idame ettirenlerin baskın olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Bu nedenle, itirazın pek yaygın olmadığı bir gezegende hayvanların mülkiyet duygusundan çok daha ilkel bir mülkiyet duygusunun olması doğaldır. Lakin umutsuzluğa yer yok. İlk bakışta tam tersi mevcutmuş gibi görünse dahi, evrim bilgisi kendisine inanmayanları eliyor artık.

Bir mala sahip olmak, bir mekâna sahip olmak basit bir inanç sorunudur. Bütün faturalar ve tapular ise çalınan minareye kılıf uydurmaktır. Nasıl ki tanrının varlığı bilimsel olarak ispatlanamaz ise bir yaşam sahasının size ne kadar ait olduğu da bilimsel olarak ispatlanamaz. Yaşadığımız alanlar bir zamanlar kim bilir hangi kapitalist dinozorların hangi liberal çakalların malıydı.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar