Mümessil mi, sınıf başkanı mı?

Okul çağlarında başlarız yönetilmeye… Önce sınıf başkanlığı ile tanışırız. Çağdaş eğitimde sınıf başkanlığı şeffaf ve tüm öğrencilerin denetiminde iken, mümessillikte ise mümessil o sınıf hakkında istediği kararları verir ve tartışılamazdı. Kararların alınmasında dinsel algılar ön planda olduğu için, itiraz mekanizması dine karşılık anlamına gelirdi. 

Başkanlık denen, demokrasi içinde helal süt emmiş birine emanet edildiğinde ancak anlaşılabilen kavram, beraberinde getireceği üniter yapının yok olması tehlikesi yüzünden kabul edilemez bir sistemdir. Kaldı ki “bizim için dinimiz esastır, gerisi teferruattır” diyen Başbakanın,  Başkanlıktan anladığı da budur. “Tabanı ibadet, ortası ticaret, tavanı ihanet” dedikleri üçlü kombinasyon, kendilerini tariften ibarettir. 

Peki, amaçlanan nedir? 

Dünyanın terör örgütü kabul ettiği EL-NUSRA için “arkadaşlarıma söyledim görüşecekler” IŞİD üyeleri için “öfkeli çocuklar” diyen zihniyetin amacı, bunları da içinde barındıran İslamiyet’i yozlaştırmış bir coğrafyada HALİFE olmaktır. 

İzledikleri eğitim ve diğer politikalarla özellikle algı olarak güçlenen karanlık zihniyetle mücadele, maalesef şiddet içeren karşılaşmaya doğru gidiyor. Muhalefetin kaçırdığı fırsat günlerinde gerekli direnci gösteremeden bir araya gelememesi bugüne kalan mücadeleyi şiddete taşıyacaktır. 

Kararlı ihanet çetelerine karşı Anayasadaki “Halkın direnme hakkı” tanımlandığı gibi tüm halkın değil, Cumhuriyetçilerle, bu iktidarın hipnotize ettiği topluluğa karşı “direnme” hakkı şekline dönecektir. Bu da kan ve kardeş kavgası demektir. Ülkeyi yönetenlerin hedefi açıktır. Her söylemlerindeki ayrıştırma cümlelerinde topluma vermek istedikleri algı maalesef budur. 

Tek yol görünse de, darbeleri araştırma komisyonu ile başlayan çalışma, “Darbeleri soruşturma komisyonu” şekline dönüştürülerek hepimizin bildiği gerçekleri ortaya çıkarmalıyız. Bu gerçekler ortaya çıktığında hipnotize edilen halkın büyük kısmı Cumhuriyetçi saflarına geçecek ve direnme hakkımızı kullanırken karşımızda sadece iktidar ortakları kalacaktır. 

“Başkanlık fikri” ile dayatıldığında bile üniter yapımızın yok edileceğini, “Halifelik” zikri ile yaşanmaz bir dünya hayal ettiklerini anlıyor düşünmek dahi istemiyoruz. Gün gelecek bunları aşacağız. Geride bıraktığımız acıların sorumlularını aradığımızda, kendimizden siyasetçileri de bulacağız. Onlar da öngörüsüzlükleri ile anılıp siyasetin çöplüğünde yer alacaklar. Ne var ki “çok şey” kaybetmiş olacağız. 

Cumhuriyetçiler olarak el ele verip, Atatürk devrimlerini kaldığı yerden devam ettirip “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi ile ülkemizi muhasır medeniyetler seviyesinin üstüne çıkaracağız. Çocukların geleceği, ebeveynlerin kararlığında yatar. Bu cümleleri okuyorsanız o ebeveynlerden biri de sizsiniz. 

Ordumuzun Atatürk ordusu olmaktan uzaklaştırıldığını, şu anki hali ile halkın yanında olmadığını ve olmayacağını unutmamalıyız. Zamanında gösterilmeyen direnç şimdi kullanılacaksa köprüden önceki son çıkış olan “FETÖ- Darbe-AKP” ilişkisini halkın önüne koymalıyız. Güç ellerinde olduğundan bunu da engelleyebilirler. Kalan birkaç muhalif yayın organını da susturarak haber alma özgürlüğümüzü tamamen yok edebilirler. Şaibelerle anılan bir iktidar, inançlardan uzak bir diyanet, bilimden uzak bir eğitim, güvenden uzak bir emniyet, Cumhuriyetten uzak bir ordu, halktan uzak bir muhalefet, doğruluktan uzak bir adalet istemiyoruz. Karşılaştığımız her antidemokratik uygulamada önce hukuka başvurmalıyız ama ve lakin 

Sonrasında; Anayasal hak ve görevimiz “Direnme hakkımızı kullanmalıyız” 
Ya onurlu yaşamalıyız, ya da onurlu yaşamalıyız.

Önceki ve Sonraki Yazılar