Nereye gidiyoruz?

Hiçbir yere gitmiyoruz, hatta yerimizde sayıyoruz demek iyimserlik olur. "Ortaçağ karanlığı" gibi abartılı yorumlara katılmak da mümkün değil. İlla bir dönemle tanımlayacak olursak gidişatı; 20. yüzyılın başı diyebiliriz belki.

Ortada yine bir saltanat var ve o saltanatı yıkmak için garip ittifaklar… Belki bir Duyun-u Umumiye yok dış borçlarımızı tahsil etmek için ama dış borçlar 397 milyar dolar gibi bir rakama ulaştı, devlet bürokrasisi kilitlenmiş durumda, işinizin görülmesi için aynı yöntem uygulanıyor onun da adı; rüşvet.

Devletten ihale alan müteahhit bir işi alırken avanta ödüyor, bir de parasını almaya gittiğinde. Üretim yine yok, yine herkes devlet kapısına gözünü dikmiş, iktidara yakın durma hatta yalakalık yarışında. Yine satılık basın var ve yine yazdıklarından cezalandırılan gazeteciler. Yine yakın akraba, konu komşu kullanıyor, üstelik bu kez bu adaletsizliğe Kuran-ı Kerim’i dayananak yapma densizliği de gösteriliyor.

Yine yasama- yargı- yürütmenin başı padişah, yine "dediği dedik, çaldığı düdük", seçimler o yıllarda da göstermelik bugün de.

Yine aynı sona doğru gidiyoruz, tek sorun ne Mustafa Kemal var Anadolu’ya çıkacak ne de padişaha rağmen bağımsızlık ve özgürlük için direnecek bir halk.

Peki neden dönüp dolaşıp aynı noktaya geliyoruz? Neden dibe vurmadan uyanamıyoruz? Bu biraz genetik gibi geliyor bana. "Ganimet" ekonomisinin geçerli olduğu bir tarihe sahipsen sanayi toplumu olmamız zaten mümkün değildi.

Artık sınır ötesjne geçip savaşlar kazanıp zaptedilen ülkeyi vergiye bağlama şansımız yok. Şimdi elimizdeki bu ülkeyi nasıl soyarız derdi geçti öne.

Ülkenin bütün kaynakları parsellenip satılıyor, hatta bitti bile. Sadece siyasilerde yok bu hastalık, hepimizde var. İnşaatçısı kaç kat yapmaktan vazgeçmiyor, sıradan vatandaş evini genişletmek için cam balkon yaptırmaktan.
Yani dostlar insan mayasında bir sorun var, kızmadan bunu kabullenirsek tedavi edebiliriz belki.

Önceki ve Sonraki Yazılar