Süleyman Karan

Süleyman Karan

Nuh derim, peygamber demem!..

CUMARTESİ akşamı Kadıköy Yeldeğirmeni’nde cinayet mahallindeydik. Üniversiteden arkadaşım Nuh Köklü’nün, bir serseri şerefsiz tarafından öldürüldüğü yerde. Bir gün öncesinde Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nde anılmıştı Nuh, bir gazeteciydi, işsiz kalmış bir gazeteci. Son yılları sendikal mücadeleyle geçmiş, medyanın git gide rezilleşen ortamında uzun süre işsiz kalmış bir meslektaşımızdı aynı zamanda...
İktidarın gözdesi ‘amiral gemisi’ne, Sabah gazetesine karşı sürdürüyordu mücadelesini... Her yerde yozluğun, gericiliğin, mesleki ahlaksızlığın zirve yapmaya başladığı bir dönemde, insani değerleri savunmakla geçiyordu zamanı... Medyanın mesleki ahlakını tümüyle yitirdiği bir dönemde, yine o medyada çalışan sözde gazetecilerin sürekli hedef gösterdiği Geziciler’dendi Nuh...

Arada kalmış kuşak

Aslına bakarsanız, ilk gençlik çağından bu yana, bu ülkede bu gidişe karşı beraber mücadele verdiğimiz bir arkadaşımızdı. 12 Eylül darbesinin ardından baskı altında büyüyen, askeri cunta, ardından ANAP iktidarı döneminde üniversitelerin kışlaya çevrilmesine karşı zorlu bir mücadele verirken tanışmıştık. Yıllar geçti, fikirlerimiz değişti, hayata bakışımız değişti, ama bir şey değişmedi. Nerede bir haksızlık, bir şerefsizlik varsa bir şekilde karşısında durmaya çalıştık. Polisten çok dayak yedi Nuh, biraz hesapsız kitapsız takılırdı hayata zira... Çok atıp tutan bazı tanıdıklarımız gibi değildi açıkçası, ne derse oydu. Belki de bu yüzden ayrı bir yeri oldu hep bende. O hesapsızlıkla takıldık hayata, öyle içtik ölümüne mesela, siyasetin o durgunlaştığı dönemlerde, öylesine dalga geçtik hayatla... Ne para hesabı yaptık ne de aklımızdakini kursağımıza tıktık. Siyasetin sadece ahkam kesmek olduğunu sananlara, masadaki haydariye bile siyasi tahlil yapanlara inat aklımıza ve ruhumuza güvendik, büyük laflara değil.

Farklı bir cins!..

Bizim kuşak garip bir kuşak, eğer ki direniş ruhunu almışsa askeri darbenin öncesinde ve sonrasında da gündelik hayatın rutinine teslim olup, ‘çorba kaynasın’ ya da ‘ekmek parası’ diyenler haricinde kalan bir kesim olarak, hâlâ lisedeki çocuksuluğumuzla devam ediyoruz. Kimimiz işsiz kalıyor, kimimiz yalnız, kimimiz cebindeki üç kuruşu ‘iyi bir dünya’ için harcıyor, kimimiz ölüyor! Tarih bazılarına böyle garip bir hal veriyor. Ne 78 kuşağıyız bizler, ne 80 sonrası kuşak, ikisinin arasında sıkışmış ve o sıkışmışlıkla büyümüş bir kuşak... İşte buradan çok ‘cins’ler çıkıyor. Ciddiyeti marifet, kasaba kafasıyla devrimciliği rutin, riyakarlığı siyasi taktik bellemişlerle de anlaşamayan, farklı bir cins!

Sivil itaatsizliği pek sevdik

Bu sebeple olsa gerek reel siyasetin hiçbir tarzına uyabilmiş değiliz, büyük olasılıkla da hiçbir zaman bizim hayalimizdeki bir siyaset tarzını yaşarken görmemiz mümkün olmayacak. Mış gibi yapmamaya çalışıyor, bunu yaparken de, sadece iktidarla, gericilikle, faşizan uygulamalarla mücadele etmiyor, bir yandan da omuz omuza direndiğimiz çevrelerle farklı bir mücadele yürütmek zorunda kalıyoruz.
Bu anlamda, Gezi sonrası hızla çoğalan sivil inisiyatifler ile sivil itaatsizlik eylemleri bize çok uydu. Ne klasik sosyalist ne de liberteryen, olgulara göre bildiklerimiz ve deneyimlerimizle karar vermeye çalışan, bir gruba ait olmak yerine, bireysel hukuk üzerinden muhalefetin içinde yer alan bir grup insanız… Belki de kendi kendimizle tartışan, kendimizi yiyip bitiren, sadece hedefe kitlenmeyip, hedefe giden yolu da sorgulayan siyasetten çok ahlak üzerine kafa yoran tipleriz. O sebeple de belki, yaşamadığımız şeyler üzerine ahkam kesmek yerine yaşamayı tercih ettik, yaşadıklarımızdan çıkardığımız sonuçlarla bir yerlere varmayı deniyoruz hâlâ…

Doğruyu ararken, bodoslama yaşamak

İşte her karşılaştığımızda, Nuh ile oturup sohbet ettiğimizde bunlardan konuşurduk, kendimize de iğneyi batırmayı ihmal etmeden… Ağıtları, şiirleri, kahramanlık türkülerini sevmezdik biz. Hayatı sorgulamaktan, hayatı dibine kadar yaşayıp olanı tüketmekten bir öteye geçmekti yaptığımız... Dibine kadar yaşamak, doğru olduğunu düşündüğün şey için gözünü karartmaktır aynı zamanda… Çevrendekilerinden destek gelip gelmeyeceğine bakmadan atılmaktır karanlığa...
Bir kahramanlık hikâyesi değil onunki, bu değiştirmeye çalıştığımız rezil hayatın rutininin bir parçası… Pisliği analiz etmek, pisliği gördün mü yanından hızla geçmek yerine, pisliğe karşı durmanın ahlakı diyelim. Ne ışığa yürüdü, ne bir destan yazdı, doğru bildiğini yaparken, dosdoğru öldü. Zaten azınlıklar içinde azınlık olan bizleri bir eksik daha bırakarak…
İşte Yeldeğirmeni’nde cinayet mahallinden ayrılırken, onun pek sevdiği Noir Desir’den ‘Le vent nous portera’ kulaklarımda… Rüzgar bizi taşıyacak…
Nuh’un kafası iyiyken, piste çıkıp takıldığı anlar geliyor zihnime, gülüyorum. Eve geldim, gece boyunca Arch Enemy’den ‘Yesterday is Dead and Gone’ dinledim sonrasında…
Haksızlıklara, rezilliklere, şerefsizliklere, ezberlere, ‘Nuh deyip, peygamber demeyen’ bir neslin üyeleri olarak kaldığımız yerden yola devam… 

Önceki ve Sonraki Yazılar