Sakın geç kalma erken gel

Konstantin Krepano Efendi’nin sahibi olduğu Dersaadet Tramvay Şirketi’nin Beyazıt-Şehzadebaşı hattındaki günün son seferini yapan atlı tramvay da boğuk nal sesleri ve zil kampanaları ile geçtikten sonra konak derin bir sessizliğe büründü. Padişah Abdülhamit’in merkez komutanı Sadullah Paşa’nın Çemberlitaş’taki saray yavrusu konağında az sonra başlayacak olan müzik derslerinin son hazırlıkları sessizce tamamlandı.

Dersi verecek olan “hoca” da yemek yediği selamlıktan çıkıp, beş altı öğrencinin sıralandığı büyük sofaya girdi. Konakta cariye, evlatlık, yadigar, emanet olarak yaşayan ve hepsi de kadın olan öğrencilere bakmamaya çalışarak, sedirde kendisine ayrılan köşeye oturdu.

Pelesenk ağacından yapılmış udunu aldı. Bir iki ahenk tınısı arayıp, karar sesi buldu. Biraz sonra Hafız Hüsnü Efendi’nin Bestenigar makamındaki şarkısının ilk notaları büyük sofayı doldurmaya başladı.

Şişman, kısa boylu, kıvırcık kakülleri alnına dökülmüş ve kelebek gözlüklerinin altındaki gözleri ışıl ışıl parlayan “musiki hocası”, sözlerini kendisi yazdığı için çok iyi bildiği şarkıyı pes bir sesle söylemeye koyuldu.

Şarkının “ben böyle gönüller yakıcı bestenigarım” bölümünü okurken sesini alçalttı, utanarak başını öne eğdi. Kendisiyle birlikte şarkıyı söyleyen kadınlar da tam bu sırada belli etmemeye çalışarak gülüştüler. İçlerinden bir tanesinin ise yanakları kıpkırmızıydı. Adı Nigar olan bu çakır gözlü cariyeye müzik öğretmeninin aşık olduğu, bu şarkının sözlerini onun için yazdığı, cariyenin de bu sevgiye ilgisiz olmamasına rağmen, Sadullah Paşa’nın korkusundan cevap veremediği için çok üzüldüğü söyleniyordu.

Nigar, belki de yaşadığı bu ümitsiz aşk yüzünden birkaç yıl sonra öldü. Ona aşık olduğu söylenen müzik öğretmeni ise buna benzer ilişkiler yaşamaya ve bunların şarkısını yapmaya devam etti.

Mesela Büyükadalı bir kadın için yazıp bestelediği “Bir Gönlüme Bir Hal-i Perişanıma Baktım” şarkısı da çok sevildi. Tıpkı “Sakın Geç Kalma Erken Gel Şarkısı” gibi…

Şarkıları seviliyordu çünkü duygulu ve usta bir müzisyendi. Küçücük bir çocukken girdiği Darüşşafaka’da müzik dersleri almıştı. Bir bölümü Mevlevihane’de geçen bu derslerden sonra dini ve din dışı müziğin tüm usül ve makamlarını bilen usta bir müzisyen haline gelmişti.

Nedir,  onun asıl mesleği müzisyenlik değildi. O bir yazardı. Yazar Ahmet Rasim, hayatının ayrıntılarını anlatırken, müzisyenliğinden hiç bahsetmedi. Enikonu uzman olduğu tarihçiliğini de hiç öne çıkarmadı.Gazeteciliğinden söz etti ama şairliği ile milletvekilliğini anlatmaya değer bulmadı. O hep “muharrir” yani yazar kaldı. Hem de iyi bir yazar…

Darüşşafaka’da okudu. Okuldan sonra Posta ve Telgraf Bakanlığı’nda çalıştı. Bıraktı. Havadis gazetesine başvurdu. Burada başyazarlık yapan Ahmet Mithat ile tanıştı ve ilk yazıları yayımlanmaya başladı.

Günlerce süren içki alemlerini de kapsayan düzensiz bir hayata rağmen, Ahmet Rasim’in nasıl olup da bu kadar düzenli bir şekilde yazabildiği hiç anlaşılamadı. Mesela daha edebiyat hayatının başında olan Ahmet Hamdi Tanpınar, bir sabah hem de çok erken saatlerde Ahmet Rasim’i Heybeliada İskelesi’nin karşısında kendisi için o saatte özel olarak açılmış bir lokantada rakı içerken gördü. İzin isteyip masaya oturdu ve o masada geçen iki üç saat içinde Ahmet Rasim’in bir yandan sohbet edip, bir yandan da iki gazete makalesi ve bir röportajı yazıp bitirmesini hayretle izledi.

Onun bu akıl almaz yazma yeteneği, o dönemde birçok şehir efsanesinin doğmasına yol açtı. Bir “taş oda”sının bulunduğu ve içi kitap dolu olan bu “taş oda”ya giren Ahmet Rasim’in bir iki saat içinde belki de üç aylık yazıyı bitirdiğine ciddi şekilde inanıldı.

Oysa Ahmet Rasim sadece yazıyordu. Konu seçmiyordu. O nedenle birçok yazarın el atmaktan korktuğu konuları yazmaktan hiç çekinmedi. “Hamamcı Ülfet”, “Fuhşu Atik” gibi kitaplarındaki “netameli” konuları herkesin bayıla bayıla okuyacağı kadar güzelce yazdı. Döneminin bazı başyazarlarını alaya almak için tuttu bir “işkembe çorbası” şiiri döşendi. “Kana kuvvet, göze fer, batna ciladır / Muhibbi fukaradır / Bir mislü bahadır / İçene şifadır çorba” diye uzayıp giden bu şiir, onun ölümünden yıllar sonra İstanbul’un bütün işkembecilerinde yaldızlı çerçeveler içinde duvarlara asıldı.

Eminönü’nde “Limonlu Meyhane”de sabahladığı bir günün şafağında, hesabı ödemek için ceplerini karıştırırken, küçücük bir kağıt buldu. Kağıtta, “Lütfen geç kalmayınız, vakitlice eve dönünüz efendim” yazıyordu.

Notu, eşi Sadberk Hanım yazmıştı. Gözleri doldu. Küçükayasofya’daki evine dönmek için telaşla yola çıktı. Sonra da yol boyunca bugün hala keyifle dinlediğimiz o “Uşşak” makamlı şarkıyı yazdı.  “Tahammül Kalmadı Artık/Sakın Geç Kalma Erken Gel.”

Hayat kısa. Geç kalmayalım…

Önceki ve Sonraki Yazılar