“Sarı”

Hacı İshak Sokağı’nın, Karaköy’e inen Zembilciler Caddesi ile bitiştiği küçük meydandaki artık cemaati kalmamış eski kilisenin taş basamaklarından birine kıvrılmış, öylece hareketsiz yatıyordu. Köpeği yani daha sonra ona verdiğim isimle Sarı’yı ilk kez böyle gördüm. Geceydi.

Köpeğe doğru yürüdüm. Ondan biraz uzakta oturdum. Gazetedeki işime son verilmişti. Sağlığım iyi değildi. Dalgalı bir denizde boylu boyunca batıp çıkıyordum.

En son girdiğim Mavi Haliç birahanesini hatırlıyordum. Her zamanki gibi tek başıma oturmuş, karşıdaki aynadan akseden duvar resmine uzun uzun bakmıştım. Resimde beyaz bir tavşan, Bertrand Russel’a benzeyen bir adam, sırıtan bir kedi ve eski İrlanda şarkıları söylediğini düşündüğüm kızıl saçlı bir kadın görünüyordu.

Sonra da kendimi burada, bu terkedilmiş kilisenin önünde, sarı tüylü köpeğe bakarken bulmuştum. Gittikçe koyulaşan gecede bir kristal tipisi vardı. Biraz sağımda mavi bir ay yükseliyordu. Gümüş harelerle çevrili mavi aya bakarken, Turgut Uyar’ın ‘’Bize bir mavi kalır büyür gider / Ara yerde bir hüzün büyür gider’’ dizelerini mırıldanıyordum.

Sonra benim kokumu alan Sarı başını kaldırdı, ayağa kalktı ve yaklaşmaya başladı. Korkak ve çekingendi. Başını okşamak için elimi kaldırdım. Böyle bir dostluğa alışkın olmadığı belliydi. Hemen geri çekildi. Sonra yine sokuldu.

Evimin bulunduğu sokağa girinceye kadar peşimden geldi. Apartmanın önünde durdum. Yaklaştı. Kim bilir kaç sokak kavgasının, kaç atılan taşın derin yara izleri bıraktığı yüzünde sadece gözleri seçiliyordu. Mavi ayın donuk donuk aydınlattığı gecede, tuhaf bir şekilde parlayan, kandil sarısı gözleri…

Ceplerimi karıştırdım. Birkaç fıstık buldum. Fıstıkları yere bıraktım. Sarı, onları kokladı. Sonra da kehribar sarısı gözleriyle bana baktı. Elimi uzattım. Usul usul okşadım. Gözlerini yumdu. Eve girdim.

Ertesi gün yine kilisenin önünden geçtim ve Sarı’yı yine aynı yerde, aynı şekilde kıvrılıp kalmış buldum. Kokumu aldı. Gözleri yine yıldız yıldızdı. Yavaşça geldi ve başını ayaklarıma sürtmeye başladı.

Meydanın aşağısındaki bakkaldan ekmek, peynir ve biraz salam aldım. Sarı kapıda durmuş beni bekliyordu. Terkedilmiş kilisenin basamaklarına geldik. Bir gazete parçası buldum. Ekmeği, peyniri ve salamı gazetenin üzerine koydum. Sarı çekingen bir şekilde yemeye başladı.

Yemek bittikten sonra yan yana oturmaya devam ettik. Sonra gece oldu. Eve birlikte döndük. O köhne apartmandaki odamda, gündüz ve gecelerimizi paylaşmaya başladık.

Başını dizime dayar, gözlerini yumardı. Ben durmadan konuşurdum. Ona Leonard Cohen’i, John Lennon’u ve Neşet Ertaş’ı anlatırdım. Bu adamların niçin “sıkı” adamlar olduğunu söylerdim.

Sarı sessiz bir şekilde dinlerdi beni. Ara sıra başını kaldırır ve kandil sarısı ışıklarla donatılmış gözleriyle yüzüme bakardı…

Bilmiyorum, belki de Sarı uğurlu geldi ve işler düzelmeye yüz tuttu. Bir yayınevi yöneticisi, basmayı düşündükleri bir kitabın editörlüğünü üstlenmemi önerdi. Kabul ettim.

Kitap, İstanbul’un fethedildiği günlerde Bizanslıların safında savaşan ve kentin düşmesinden birkaç gün önce kaçıp memleketine dönen bir paralı askerin tuttuğu günlüklerden oluşuyordu.

Çalışmaya koyuldum. Nedir, lisedeki tarih derslerinden beri kafama takılmış olan o soru da beynimi oyup duruyordu. Bizans İmparatoru, Yeniçerilere karşı Cenevizlilerin yardımını istediğinde aldığı cevap tam olarak neydi?

Bütün tarih kitapları Cenevizlilerin bu yardımı kabul ettiklerini yazıyordu ama ben kendimce bazı nedenlere dayanarak bunun böyle olmadığını düşünüyordum.

Sarı’ya bunun doğru olamayacağını, Cenevizliler yardım etselerdi İstanbul’un bu kadar kısa bir sürede fethedilemeyeceğini, Yeniçeriler kente girerken limanda bir tek Ceneviz kalyonunun bile görülmediğini anlattım.

Sonra da o büyük hatayı yaptım. Günlüğün o bölümünü Cenevizlilerin yardım etmeyi reddettikleri şeklinde değiştirdim.

Tabii durum kısa sürede anlaşıldı. Diğer editörler yaptığım değişikliği fark etmişlerdi. Yayınevi, anlaşmamızın feshedildiğini bildirdi.

O gece üzgündüm. Sarı sanki teselli etmek istiyormuş gibi, durmadan bana sokuluyordu. Dışarıya çıktık. Biraz yürüdük. Ona “ayrılmamız gerekiyor, sana bakamam artık Sarı” dedim. Kandil sarısı gözleriyle söylediklerime inanmıyormuş gibi yüzüme bakıp duruyordu.

Sonra son bir kez yüzüme baktı ve arkasını dönüp, kilisenin yanındaki bir sokağın karanlığında kaybolup gitti. Peşinden koşmalıydım ama bunu yapamadım. Eve döndüm.

Sabah kilisenin önüne gittim. Sarı yoktu. Günler ve geceler boyu aradım onu. Issız sokaklarda, gece karanlığındaki ürkütücü parklarda, balıkçı barınaklarında, köprü altlarında durmadan Sarı’yı aradım.

Yoktu. Kime sorsam ‘’görmedim’’ diyordu…

Aylar sonra onun hayatımdan temelli çıkıp gittiğine kendimi inandırmayı başardım. Ama onsuzluğa hiçbir zaman alışamadım. Hangi köpeğe baksam kandil sarısı bir çift göz gördüm. Ne zaman salam ekmek yesem, lokmalar boğazımda düğümlendi kaldı.

Upuzun yıllar geçti. Şimdi ara sıra aynı yatakta birlikte uyuma şansını yakaladığım kadınlar, gecenin en olmadık bir saatinde ‘’Sarı’’ diye haykırıp, yataktan fırladığımı söylüyorlar…

Önceki ve Sonraki Yazılar