Sembolik diktatör

Cumhurbaşkanlığı makamı, 12 Eylül 1980 darbesi öncesinde oldukça sembolik bir makamdı. Cuntanın dayattığı 1982 anayasası ile gereksiz miktarda güçlendirilmiş olsa bile yine de sembolik bir makam olmaya devam etti. İcraat makamı asla olmadı. Sadece darbecilerin sağladığı üniversitelere rektör atama gibi kadrocu bir pozisyon haline getirildi. Bu bile sefil bir uygulama oldu. Üniversitelerde en yüksek oyları alan hocalar değil de siyasi torpilliler rektör seçildiler çoğu zaman. Çünkü Türkiye’de hep gençlikten korktu haydut egemenler.

Eski ve mevcut anayasalara göre Cumhurbaşkanı olan şahsın görevleri arasında en önemlisi, milletvekili seçimleri sonrası hükümet kurma görevini en çok oy alan bir parti liderine veya ikinci sırada olan başka bir parti liderine vermesidir. Bu görev verme işi keyfi bir görev değildir. Cumhurbaşkanı olan şahsın gül keyfine bırakılmış bir iş hiç değildir. Sistemin en önemli ve zorunlu görevlerinden biridir. Bu görevin ihlali açıkça demokrasi düşmanlığıdır.  “Beni tanımayana ben görev vermem” diyen Cumhurbaşkanı resmen bildiğiniz darbecidir.

Söz konusu görevin, anayasada veya yasalarda nasıl geçtiğinin hiç önemi yoktur. Evrensel demokrasi uygulamalarında ve Türkiye demokrasi tarihinde Cumhurbaşkanı olan şahıs bu görevi asla birine bahşedemez. Böyle bir hakkı yoktur. Böyle bir gücü asla yoktur. Çünkü Cumhurbaşkanlığı makamı sultanlık, padişahlık makamı değildir. Kuzu kuzu halk iradesine uyma makamıdır. Kendini halka karşı tilki zannedenlerin makamı değildir.

Cumhuriyet ile yönetilen ve parlamenter demokrasi uygulamasına sahip olan bir ülkede bu korkunç hatayı yapan Cumhurbaşkanı otomatikman anayasayı ihlal etmiş, halkın iradesine el koymuş, kısacası darbeci olmuş demektir. Lamı cimi, başka bir izahı yoktur bunun. Seçimler sonucunda oluşan ve birtakım takiyyeciler tarafından adeta tapınılan milli iradenin ırzına geçmekten başka bir şey değildir bu eylem. Zamanı geldiğinde bedeli çatır çatır ödenecek bir darbe girişimidir. Hem eski Türkiye bile eski darbelerle iyi kötü yüzleşmişken yeni Türkiye’nin bu darbeden hesap sormayacağını sanmak için gerçekten ama sahiden aşırı derecede cehalet ve gaflet ve dalalet ishaline yakalanmış olmak gerekir. Geçmiş olsun denir onlara.

Aslında bütün gereksiz yetkilere rağmen yine de ziyadesiyle sembolik bir makam olan Cumhurbaşkanlığı makamını beğenmediği için ille de başkan olmak isteyen şahıs, 7 Haziran seçimlerinden sonra başkan olamayacağını anlayınca o beğenmediği makama kendi hayali dünyasında bir rol biçti. Zaten fiili olarak sürdürmekte olduğu icraat işlerinin yakın bir gelecekte başına iş açmasından endişe ettiği için “artık Türkiye’nin sistemi değişmiştir.” deyiverdi. Başta kendisi de biliyordu ki Türkiye’de sistemin değiştiği filan yoktu, değişen sadece kendisiydi. Pek yakında değişenin sadece kendisi olduğunu da anlayacaktır. Endişe etmeyin.

Cumhurbaşkanlığı makamının en sembolik görevi hiç kuşkusuz başkomutanlıktır. Bu sembolik görevi daha önce de ciddiye alan başka biri olmuştu. Yıllar sonra mezarından çıkarılan Turgut Özal bu başkomutanlık görevini gerçek sanan ilk saf Cumhurbaşkanı olmuştu. 12 Eylül darbe anayasanın azizliğidir bu koftiden başkomutanlık görevi.

Her ne kadar Turgut Özal asker kökenli olmayan ilk sivil Cumhurbaşkanı olsa bile ciddi ciddi kendini Türkiye ordusunun başkomutanı sanan ilk şahıs olmuştu. Uyduruktan 4 ay asteğmenlik yapan bir şahsın kendisini TSK’nın başkomutanı sanma trajedisinin ilk gereksiz deneyimi olmuştu bu. Masa üzerine haritalar koyup Musul ve Kerkük’ü çocuk gibi fethetme girişimleri yapmıştı zamanın Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden o şahıs. Bir elektrik mühendisi, bir uluslararası sermaye kuklası kendini Mustafa Kemal, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak sanıvermişti. Türkiye tarihinin en trajikomik hatıralarından biridir bu.

Gelin görün ki bir elektrik mühendisi dahi olmayan, resmi mesleği sadece siyasal takiyyeci İslamcıları örgütlemekten ibaret olan başka bir şahıs Turgut Özal’ı bile bizlere çok gördü. Kendini bırakınız orduların başkomutanı sanmayı, padişah, sultan, halife zanneden bir diğer sivil kötü şakacıyı da gördük ne yazık ki.

Askerlikten zerre hazzetmem. Her ne kadar zamanında bu görevimi isteyerek veya istemeyerek başarıyla tamamlamış olsam bile askerlik hakkında son kanaatim vicdani reddir. Ama askerlik işleri uyduruktan 4 ay askerlik yapan sivillerin işleri değildir. Öyle olsaydı zamanında askerlikle alakası olmayan Vahdettin adındaki sivil şahıs ülke işgaline karşı dağıtılmış orduların başına geçerdi, Mustafa Kemal geçmezdi. Hem böylece 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılmaz, bütün marifeti mesleği örgütçülük olanlar günü biri sembolik bir diktatöre dönüşmezdi.

1 Kasım seçimi şimdiden hayırlı olsun. Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçen bir dönemin sonu olacaktır. Halk iradesine karşı darbe yapanlara bu halkın elbette bir bildiği vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar