Leyla Emeç Tavşanoğlu

Leyla Emeç Tavşanoğlu

Silivri’de bir cuma günü

Cumhuriyet Gazetesi davasında 27. Ağır Ceza Mahkemesi tanıklığıma başvurma kararı alıyor. Duruşma 9 Mart 2018 Cuma günü Silivri’de. Ancak her nedense mahkemeden tanıklığım için bir türlü davet gelmiyor. Nihayet 8 Mart sabahı telefonum çalıyor. Bir kadın sesi ertesi gün saat tam 10’da Silivri’de beklendiğimi söylüyor. Neden son anda haber veriliyor? Anlayabilmiş değilim. Telefondaki ses “Herhalde UYAP’tan kaynaklanmıştır” gibi bir açıklama getirmeye çalışıyor.
Ertesi sabah Silivri’deyim. Çevreme bakıyorum. Cumhuriyet davasında yargılanan tutuklu, tutuksuz sanıklara destek için mahkeme binasında toplananlar gazeteciler, CHP milletvekilleri Sezgin Tanrıkulu ve Utku Çakırözer, CHP’li Ercan Karakaş, DİSK Başkanı Kani Beko, bir kaç AB ülkesi başkonsolosu. Toplasan ancak 100 kişi. İzleyici olarak gelenlerden birisinin sözlerine kulak kabartıyorum: “Bu davada destek olduklarını söyleyip mangalda kül bırakmayanlar nerede? Bu kadar mı kalacaktık?” diye yakınıyor.
10’da başlayacak dava 11’e sarkıyor. Uzun bir bekleyişin ardından nihayet tanıklığıma sıra geliyor. Burada bir not düşeyim. Başta Cumhuriyet kimi yayın organlarında mahkemede verdiğim ifade ya yanlış anlaşılarak ya da bütün anlamı kaybettirilip kısaltılarak yazılmış. Yanlış anlamalara meydan vermemek için buraya ifademin tamamını aktarıyorum.
Mahkeme Başkanı önce sadece doğruları söyleyeceğime dair yemin etmemi istiyor. Ardından da soruyor: “Cumhuriyet davasında yargılanan sanıklar sizce bir terör örgütüyle bağlantılı ya da üye olabilir mi?”
Cevap veriyorum: “Asla böyle bir şey düşünemem. Kendileriyle fikir ayrılıklarım, uyuşmazlıklarım olsa da terör örgütüyle bağlantılı ya da üyesi olduklarını söyleyemem. Onlar sonuçta gazeteci, hukuk insanları.”
Birden gözüm sağ yanımda oturan sanıklardan Aydın Engin’e takılıyor. Başparmağını kaldırmış. Besbelli sözlerim onu pek memnun etmiş. Ağzı da kulaklarında…
Başkan ardından şu soruyu yöneltiyor: “Cumhuriye Gazetesi’nde hangi yıllarda çalıştınız? Görevleriniz neydi?”
Ben: “1 Nisan 1985 ile 28 Şubat 2015 arasında çalıştım. Önce Haber Merkezi Müdür Yardımcılığı yaptım. 1992’den sonra söyleşiler, yazılar yazdım. 28 Şubat 2015’te de yeni yönetimin artık yazılarımı yayınlamak istemediği bana tebliğ edildiği için gazeteden ayrıldım.”
Bir başka soru: “Cumhuriyet’te çalıştığınız yıllarda yazılarınıza hiç müdahale edildi mi?”
Ben: “Hayır, hiç bir müdahaleye maruz kalmadım.”
Mahkeme Başkanı’ndan bir soru daha: “Cumhuriyet’in yeni yönetimiyle anlaşmazlığınız olduğunu söylediniz. Ne konuda?”
Ben: “Cumhuriyet bir ideoloji gazetesidir. Bu ideolojiyi sulandırır ya da gazeteyi başka bir hale getirirseniz büyük tiraj kaybı olur. Anlaşmazlık konusu buydu.”
Derken can alıcı soru Savcı’dan geliyor: “Siz Pennsylvania’da bir söyleşi yapmışsınız...”
Ben: “Hemen düzelteyim. Ben Pennsylvania’da hiç bir söyleşi yapmadım. Olay şöyle oldu: Yanılmıyorsam 2013 yılıydı. Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’ndan bir davet aldım. Teksas’ın Houston kentinde bir etkinliğe beni çağırıyorlardı. Gazete yönetiminden izin ve harcırahımı alarak gittim. Seyahatin ikinci gününde Vakıf Genel Sekreteri Erkam Tufan Aytav, ertesi gün Fethullah Gülen’in bizlerle tanışmak istediğini, Pennsylvania’ya gitmek isteyip istemediğimi sordu. Gülen’le hiç tanışmamıştım. Hakkında o kadar söz edilen bir şahsı gazetecilik merakıyla tanımak istiyordum. Gitmeyi kabul ettim.”
Savcı: “Yalnız mıydınız? Başkaları da var mıydı?”
Ben: “Başkaları da vardı. Örneğin o dönem Hürriyet’te yazan Zeynep Gürcanlı, bir ara AB Bakanlığı yapan Beril Dedeoğlu, Prof. Dr. Levent Göker, yanılmıyorsam Cengiz Çandar ve başkaları. İstanbul’a döndükten sonra genel yayın müdürüne ve yazı işlerine yazmaya değer hiç bir şey olmadığını söyledim. Dolayısıyla da hiç bir yazı yayımlanmadı.”
Derken, sanık avukatı Tora Pekin bana şu soruyu yöneltiyor: “Oraya gazete yönetiminin onayıyla gittiğinizden emin misiniz? Çünkü Cumhuriyet Vakfı Başkanı Orhan Erinç bana, keşke oraya gitmeseydi, demişti.”
Ben: “Bana öyle bir şey söylemedi. Hatta susup sadece yüzüme baktı. Hafızam çok kuvvetlidir. Hiç yanılmam.”
Tora Pekin’in bu soruyu sormaktaki amacını da anlayabilmiş değilim doğrusu. Zaten Pekin durmuyor, biraz da gözdağı vermek istediği izlenimi edindiğim şöyle bir cümle kuruyor: “Şu anda Orhan Bey burada değil. Bir dahaki duruşmada kendisine sorarız.” Bunu duyunca cevabını veriyorum: “Dedim ya. Hafızam çok kuvvetlidir, Tora. Hiçbir şeyi unutmam.”
Bunun ardından savcı Bahçeşehir Üniversitesi İletişim Fakültesi’nin yayın organına verdiğim bir söyleşiyi soruyor: “O söyleşide, bunlar Cumhuriyet Gazetesi’ni batıran ekip olarak tarihe geçecekler, demişsiniz. Bundan neyi kast ettiniz?”
Ben: “Önce de söyledim. Cumhuriyet bir ideoloji gazetesidir. O ideolojiyi sulandırırsanız çok tiraj kaybedersiniz. Örneğin bizim dönemimizde net günlük 56 bin olan tiraj bugün 20 bin dolayında. Bunu kast etmiştim.”
Derken avukat Bahri Belen bana bir soru yöneltiyor:
“Can Dündar döneminde yazılarınıza hiç müdahale edildi mi?”
Çok iyi bir çanak soru; cevaplıyorum: “Hayır, edilmedi. Zaten kısa zaman sonra yazılarıma son verildi. Ben de gazeteden ayrıldım.”
Besbelli Silivri’de bir Can Dündar Fan Club (Can Dündar hayranları kulübü) kurulmuş. İçimden. Vah vah, Kurtuluş Savaşı’nın önde gelen komutanlarından General Fahri Belen torununun bu sözlerini duysaydı ne düşünürdü, diye geçiriyorum.
Biz üç tanık, avukat Namık Kemal Boya, gazeteci Mehmet Faraç ve ben salonun boşalmasını bekliyoruz. Sanıklar, izleyiciler, avukatlar çıkarken biz hala salondayız. Nedenini soruyoruz. Jandarmalar ve korumalar şu şaşırtıcı uyarıyı yapıyor: “Güvenliğiniz için sizi en sona bıraktık. Çünkü izleyiciler tanıklara sözlü ya da fiili sataşma yapabiliyor.”
Çok ilginç, değil mi? Tanık olacaksınız ve izleyicilerin saldırılarının hedefine oturacaksınız. Kendine aydın, demokrat diyenlere pes ki ne pes!

Önceki ve Sonraki Yazılar