Süleyman Karan

Süleyman Karan

Siyasal islamcı otokratın ekonomiyle zorlu imtihanı

Bu yazıyı yazarken, Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, Londra’da ter döküyordu. 90 küresel yatırımcıyı ikna etmeye çalışmakla görevli olarak gittiği Londra’da yatırımcıları ikna etmesi çok zor, zira Türkiye’nin potansiyeli hâlâ çok büyük ama yatırımcı salt potansiyele bakarak karar vermiyor. Aynı zamanda, o ülkenin hükümetine, devlet yapısına, yargı sistemine ve ekonomi bürokrasisinin işleyişine de bakıyor. Haklı olarak, zira artık 2000’li yılların ilk 10 yılındaki para bolluğu yok ki havaya saçasın. Tersine, küresel ölçekte para suyunu çekiyor, küresel yatırım ikliminde sıkıntılı bir sürecin devam edeceğini herkes biliyor.

Türkiye’nin potansiyelini harcadılar

80 milyonluk, genç nüfusa sahip, dinamik bir ekonomi Türkiye… Hâlâ küresel ulaşım, enerji hatları, ticaret ve turizmde çok büyük bir potansiyele sahip. Aynı zamanda, coğrafi açıdan kuzey-güney ve doğu-batı ekseninde olması, bu potansiyelin sürdürülebilir olmasını sağlayabilir. İş dünyası her ne kadar iş ahlakı açısından gelişkin olmasa da, burnu iyi koku alan bir girişimci ruha ve gözü karalığa sahip. İşgücü ileri teknoloji haricinde deneyimli. Yani bir ölçüde un, şeker ve su var, doğal olarak bunu helvaya çevirmesi gereken ise siyasi iktidar.

Derviş’in kapıkullarıydılar aslen

Şimdi, bugüne kadar, sözde kanaat önderleri ve dandik yandaş medya ile sözde ana medya diye geçinenlerin goygoyuyla ‘ekonomiyi bilir’ diye kakalanan Türkiye siyasal islamının ne yaptığına bakalım. Tırışkadan bir bakkal dükkanı idare eder gibi geçen şu 15 yıla…
Hemen belirtelim ki, her şeyden önce çok ballıydılar. Demokrat Parti ile başlayan ve genelde merkez sağ ile aşırı sağ hükümetlerin dışa bağımlı, kör topal, yolsuzluklarla dolu iktidarlarıyla geçen yarım yüzyılın sonunda, ülke ekonomisi yapısal sorunlarla baş edemez hale gelmişti. Tam anlamıyla kumdan bir kaleydi ve 2001 kriziyle birlikte ekonomi yerle bir oldu. Finansal kriz görünümündeki bu kriz, aslında yapısal bir krizdi, serbest piyasa ekonomisinin acı reçetesiyle, biraz da ithal edilmiş yeni ekonomi bürokrasisiyle en azından finans ve bankacılık sistemi ve kamu maliyesine bir ayar çekildi. Ayarı çeken, Türkiye’yi düze çıkarmaktan çok IMF, Dünya Bankası ve uluslararası sermayenin istediği Türkiye’yi kurmakla görevlendirilmiş, kimilerinin yere göğe koyamadığı Kemal Derviş’ti. Bu Derviş, aslında bilerek ya da bilmeyerek AKP’nin de ekonomi-politikasını belirledi.
Şimdi anti-emperyalist, yoksulun dostu geçinen siyasal İslamcı kadroların ilk dönem hükümeti aslında bal gibi de bir Kemal Derviş hükümetiydi. Bir şey yapmaları gerekmiyordu, zaten Derviş işi bağlamıştı, onlar da bunu devam ettirdiler. Yani ABD, AB ve küresel sermaye ne istiyorsa onu yaptılar ve karşılığını da aldılar. O karşılık bugün yaklaşık 500 milyar dolar özel sektör borcu ve çok ciddi bir cari açık olarak elimizde kalmış bulunuyor!

Beş parmaklarını da bala batırdılar

Ballıydılar çünkü küresel ekonomide çuvallarla dolar havaya saçılıyor, kapitalizm küresel ekonomiyle kendine yeni bir çıkış ararken, gelişmekte olan piyasaların da bu süreçte gelişmiş piyasalarla nöbetleşe olarak sistemi geliştirmesini amaçlıyordu. Küresel ticaret Dünya Ticaret Örgütü’nün eliyle ulusal devlet bariyerlerini yıkıyor, mal ve hizmet trafiği çok daha hızlı bir döngüyle hareket ediyordu. Başta Çin ve Hindistan ile Türkiye, Brezilya, Vietnam, Endonezya, Güney Afrika Cumhuriyeti bu furyada öne çıkan, ‘yükselen yıldız’ gelişmekte olan piyasalardı. Dikkatlice bakıldığında, bu ülkelerin pek çoğunun nüfusları sayesinde potansiyel pazarlar olduğu da görülüyordu.
Bu ülkeler döviz bolluğu sayesinde uzun bir süre hızlı bir büyüme gösterdiler. Bu büyüme bazı ülkeler için sağlıklı oldu, bazıları içinse yanlış yatırımlar, tüketim çılgınlığı ve yolsuzluklar sebebiyle, çok katmanlı ekonomik, sosyal ve siyasi sorunları beraberinde getirdi. Türkiye, Arjantin, Brezilya ve Güney Afrika Cumhuriyeti bu bolluktan sebeplenip, har vurup harman savuran, yapısal sorunlarını çözmek yerine bu sorunları daha da kangrenleştiren hükümetlerle yönetildi. AKP’nin ikinci ve üçüncü beş yıllık dönemleri işte bu hatalar ve yolsuzluklarla geçti. Özellikle üçüncü dönem, ‘havalı’ altyapı yatırımları, kamu-özel işbirliğiyle büyümeyi yüksek tutmak ve yolsuzluklarla şekillendi. Şimdi bunun bedelini ödemeye başlıyoruz.

İdeolojik körlükle işte bu kadar

Bu siyasal kadronun, özellikle de saray danışmanlarının bir ham hayal içinde ekonomiye yön vermeye çalıştıkları, bir kez daha döviz kriziyle teyit edilmiş oldu. Yanlış bilgiler ve ideolojik körlük (faiz düşmanlığı, komplo teorileri, iktisadi cehalet, küçük esnaf kafası), ekonomik krizi körükleyecek ek unsurlar olarak AKP’nin fıtratında var. Zaten yatırımcılarla görüşürken taraflı cumhurbaşkanının ağzından çıkan bazı cümleler, döviz krizinin bugünkü noktasına gelmesinin en önemli sebeplerinden biri… Danışmanları ve kendisinin ekonomi bürokrasisini baskı altına alarak doğru müdahaleleri yapmalarına imkân tanımaması ise bir diğer etmen. Bu arada artık ne Körfez’in ne de başka bir yerin kayda girmeyen gri parasının musluğu da kesilmiş gibi...

Şimdi enkazı kaldırma zamanı

Yani öyle ya da böyle, sandık hileleriyle bu seçimi kazansalar bile (bu artık neredeyse imkânsız ama her türlü kötülüğü hesaba katın) çok ciddi ekonomik sorunlar bekliyor hepimizi. Eğer cumhuriyet ve demokrasi yanlıları bu seçimlerden zaferle çıkar ve bu yoz iktidarı sandığa gömerse, bu kez de en az birkaç yıl bu enkazı temizlemekle geçecek ömrümüz. 
Siyasal islam, Türkiye’de dış politikadaki berbat karnesine şimdi de ekonomideki büyük başarısızlığını ekliyor. Diyecekseniz ki, “Bu İhvancılar’ın doğru yaptığı bir şey var mı?”, aslına bakarsanız kanmak, kandırmak ve kandırılmak dışında pek bir şey yok. Zira siyasal islam yapısı gereği bir kötülükler manzumesi ve akıldışılıktan başka bir şey değildir. 

Önceki ve Sonraki Yazılar