Sonradan görme bir taşralının İstanbul izlenimleri

 15 Mayıs 2014’de gittiğim Güney Ege kasabasından 22 Aralık 2014’de İstanbul’a döndüm. Artık bir sahil kasabasında yaşayan sonradan görme taşralıyım. Üç sene evvel bu sıfatı kazandım. Siz bu sıfatı kendime layık gördüğümü de söyleyebilirsiniz. Ancak, bu kez kasabamda sadece Haziran-Eylül dönemini yaşamadım. Bir deneme yaptım ve 7 ayı aşkın bir süre kaldım. Keyifle gördüm ki, Güney Ege’de nisan mayıs ve dahi eylül, ekim, kasım ayları temmuz-ağustos aylarından çok daha keyifli geçiyor.

   Şahane bir mavi (Ege mavisi) deniz ve ona eşlik eden gökyüzü, şahane bir güneş, hala yeşil-yemyeşil çevreye bir de ıssızlığın asudeliği eklenince hayat çok daha zevkle yaşanır hale geliyor. Karımı tam-gün çalışma hayatından çekilmeye ikna edebilir ve yanıma alabilirsem hayat benim için çift tarafı kızarmış kaymaklı kadayıfa dönüşecek.

                                                                     ***

   İstanbul’a şubat döneminde bir üniversitede ders vermeye devam edeceğim için geldim.

Kısmetse mayıs’ta tekrar kasabama dönerim.

   Ancak, yedi ay aradan sonra fark ediyorum ki, İstanbul artık bana fazla geliyor. Hiç şüphe yok, İstanbul hala dünyanın en güzel şehirlerinden birisi. Ancak Yaradan bir ara boş bulunmuş, bu şehri bizlere emanet etmiş. Şimdi de kıyıp geri alamıyor.

   Dünyada herkes çirkini güzelleştirmeye çalışırken biz güzeli çirkinleştirme telaşı içindeyiz. Ve kabul etmek gerekir ki, bu çabamızda da oldukça başarılıyız.

   Sanki eskiden farkında değildim. Ancak “asude bahar ülkesinden” çıkıp gelince hemen fark ettim ki; dış sıvası bir türlü boyanmayan çevre semtlerin evleri havaalanından eve doğru yönlenir yönlenmez etrafınızı sarıyor. İçinizi anında bir kasvet bürüyor.

   Gri sıvalı binalara gri bulutların da eşlik ettiği günlerde Şehr-i İslambol’da bana her şey batıyor, karamsarlık içimi kavurmaya başlıyor. O günlerde her şey ama her şey ters gidiyor veya bana öyle geliyor.

                                                                     ***

   Kasabamda en uzak mesafeye (başka kasabalara) en fazla yarım saatte giderken beş dakikalık lafı yarım saatte anlatan insanlar misali beş dakikalık yolu yarım, hatta bazen bir saatte tamamlayınca insan sinir küpüne dönüyor.

   Üstelik araba yine sadece beş, hadi bilemedin on dakika harekette kalıyor, siz 25 dakika, 35 dakika, 45 dakika yolun ortasında yüzlerce, köprülerde binlerce arabanın arasında, dar geçitte sıkışıp kalmış sürü içindeki bir koyun gibi melül melül etrafı seyrediyorsunuz.

   Araba içinde tekerleğin hiç hareket etmediği 20. dakikada göğsünüz sıkışmaya, nefesiniz daralmaya başlıyor. Yüzünüz kızarıyor, nabzınız yükseliyor, tansiyonuz tavan yapıyor. İşte tam o sırada komşu arabadaki adam size fena halde batıyor. Gözünüz yerse kavga bile edebilirsiniz. (Nedeni önemli değil, anında bir bahane bulunabilir.) Ama benim gibi artık vücudunuz içi patates dolu çuvala dönmüşse gözünüz yemiyor, anında telefona sarılıp, daha telefon açılır açılmaz “neden yollar kapalı kardeşim!” diyerek karınıza sardırıyorsunuz. Karınıza sardırmak sıfır ihtimale yakın risk taşıyan bir saldırıdır. En fazla yarım gün küser ama kemiklerinizi kırmaz. Zıvanadan çıkarırsanız akşam evde yüzünüzü gözünüzü çimdikler. O kadar!

                                                                     ***

   İstanbul’da yaşamanın bir diğer cezası da hafta sonları eşinizi, evladınızı, torununuzu bir AVM’ye götürmek mecburiyeti!

   Binlerce insanın birbirini iterek mağaza seyretmesine, birbirini iterek “food-court”da sıraya dizilmiş “fast-food”cuların birinden önce birer “menü” kapıp, sonra tepsi elinde dakikalarca boş masa aramaya İstanbul’da “week-end” eğlencesi deniyormuş. O sırada bacağınıza yapışmış torununuzun “acıktım!” feryatları da eğlencenin “bonusu” oluyor.

   Yok, “ben hafta sonunu başka türlü değerlendireceğim” derseniz eşiniz sizi özendiği “rezidansta” boş daire bakmaya götürebilir. Akşam birlikte “hangi rezidans bize uyar?” tartışmasını abartmayın, salonda üçlü kanepede uyumak zorunda kalabilirsiniz. Üstelik tartışma beyhude bir tartışmadır, hediyesi “bir milyon dolar” apartman dairesi zaten sizin için olsa olsa “mundar ciğer”dir.

   Gökyüzünü tamamen kapatmaya yeminli oldukları için “bu yıl bostanda mahsul bol oldu” misali geometrik dizinde artan “rezidans mahalleleri”nden en az bir adet “2+1” edinemeyenleri İstanbul’a hiç almasınlar.

                                                                     ***

   Eskiden taşradan İstanbul’a doktor kontrolüne gelen rahmetli dayım doktoru gördükten sonra hemen bana “oğlum benim dönüş biletimi al!” diye tuttururdu. Ben neden apar topar İstanbul’u terk etmek istediğini anlamazdım.

   Şimdi ben kendim gün sayıyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar