Sterilize edilmiş zabit Atatürk

Hiçbir büyük tarihi şahıs yoktur ki, sadece hasımları tarafından değil, taraftarlarınca bile tahrif edilmemiş olsun.
Hz. Muhammet, İsa, Musa, Budha, Konfüçyüs, hatta Aristo, Plato… Haklarında binbir, birbiriyle çelişen yorum ve sözde bilgi vardır.
Atatürk’ün düşünceleri de, bize o kadar yakın bir zamanda yaşadığı halde, bu muameleden uzak kalmamıştır. Onun hasımları olan dinbazlar, Türkiye’deki İslam’ı orijinal parlaklığına yaklaştıran insanı, “ülkeyi dinsizleştirdi” diye suçlar; taraftarı görünenlerden bazıları, özgürlükçü, bireyci, serbest teşebbüsçü Atatürk’ü, neredeyse, özgürlükleri yok etmeden tesis edilemeyecek, bireyi kollektif adına yok sayan, serbest teşebbüsü yasaklayan bir sistem olan sosyalizme ait görürler. Geçen hafta, Balyoz rezaletinden dolayı görevinden edilmiş, idealist, yurdunu “özünden çok seven” Pilot Tümgeneral Yalçın Ergül’ün Atatürk’le sohbet halinde, ona hitaben yazdığı “Sayın Cumhurbaşkanım” isimli son kitabından bahsetmiştim.
Ergül’ün kitabı, Atatürk’ün çocukluktan beri arkadaşı, Çanakkale ve İstiklal Savaşı kahramanı Nuri Conker’in 1914’de yazdığı “Zabit ve Kumandan” isimli eseri ve Atatürk’ün de Conker’in bu eserdeki görüşleri üzerine kendi fikirlerini ortaya koyduğu “Zabit ve Kumandan ile Hasbihal” isimli bir eseri üzerine bina olmuştu.General Ergül, kitabında, neden böyle önemli bir eserden, bir subay olmasına rağmen, bu kadar geç haberdar olmasına esef ediyordu. Gerçekten de, bu satırların yazarı da, 11 yaşından itibaren katıldığı TSK’nin bir subayı olmuş olmasına rağmen, bu eserden 60 yaşından sonra haberdar olmuştu. Oysa, Harp Okulu’nu bitirirken, Atatürk’ün Nutuk’unun iğdiş edilmiş hali olan Söylev bizlere verilmişti.Subayın ve komutanın ne olduğunun ne olması gerektiğinin anlatıldığı bir kitap, o ülkenin en büyük askerince yazılmış bir kitap, neden o ülkenin subaylarına verilmez?
Belki basit bir cehalettendir… Fakat, bugünün Türkiye’sinin sefil durumunun bana verdiği bir sinisizmle, şöyle bir ihtimalin mümkün olduğunu söyleyeceğim: Benim dönemimde, yani 1968’den bugüne kadar, TSK’ya üst düzey komutan olmuş şahıslar, bu kitaptan hoşlanmamıştır; onun için, okunmasına önayak olmamışlardır.Neden?Çünkü, Atatürk’ün kitabı, zabit ve kumandanın, o kadar yüksek zihni, manevi ve fiziki niteliklerle donanmış olmasını, o kadar fedakar olmasını önermektedir ki, çoğu böylesine yeteneklerden uzak zamane komutanı, bu kitabı kendi eksikliklerine bir ayna olarak görüp, onu bir an önce bir kenara atmayı istemiş olmalıdır.Atatürk, kitabının başında, genç bir subay olarak, bir hakem olarak katıldığı bir tatbikattan bahseder. Tatbikatın sonunda, Kolordu Komutanına, bir rapor verir. Bu raporda, Tümen Komutanı’nın dünyadan habersiz olduğunu, kıtalar karşısında sadece seyirci durumunda
kaldığını, subaylar nezdinde küçük düştüğünü, onların güvenini kaybettiğini, onların alaycı bakışlarına maruz kaldığını söyle ve şöyle bitirir: “Vazifesinin cahilidir.” Raporu sunduğu Kolordu Komutanı’nda bahsederken, onun, “Selanik’i muharebesiz Yunan ordusuna teslim eden kuvvetin başında bulunmuş olan zevat” olduğunu da hatırlatır. Sonradan, bu raporunun Ordu Karargahı’na gönderilmiş olduğunu öğrendiğini, söyler. Fakat, ne için gönderilmiştir? Yarbay
Mustafa Kemal’in “haddini bilmezliğinin” bir örneğinden şikayet edilmek üzere.  Mustafa Kemal Selanik Efendi isimli zabit hakkında, bu tür çok şikayet yapılmıştı, mesleğinin ilk günlerinden itibaren.Benim iddiam hep şu olmuştur: Eğer Çanakkale Savaşı olmasaydı, Atatürk İstiklal Savaşı’nı, belki önderliği almakta daha zorlansa da, herhalde yine kotarırdı ama, o açık sözlülüğü ve cesaretiyle, sadece emekli bir albay olarak…Şimdi, general bile olmamış bir küçük subayın, askerlik, subaylık, liderlik hakkında böyle büyük büyük laflar etmesini okuyan ve yetersizliğini ruhunda hisseden bir general, bu kitabı, genç subaylarına tavsiye eder mi? Kendisiyle alay edileceğinden korkar.Güzel bir haber olarak, bu kitabın 2010 yılında GenelKurmay’ca bastırıldığını öğrendim –daha öncesi varsa, bilemiyorum. Kitap bugünkü dile aktarılmış, fakat sterilize olmuş.Mesela, Atatürk’ün dilinde, “Genç mülâzım, asıl ruh-ı sanatını, intisab ettiği bölüğün efradı önünde, bölüğün babası olan yüzbaşından ve daha büyük âmirleri tarafından, iş üzerinde bulunaraktan öğrenecektir” olan cümle “Genç teğmen, sanatın asıl ruhunu, katıldığı bölüğün askerleri önünde, bölüğün önderi yüzbaşıdan ve daha üstlerinden uygulamalı olarak işleri görürken öğrenecektir” şeklinde aktarılmış. Aşağı yukarı doğru gibi görünüyor. Fakat, Frenkler’in “Medeniyet detaydadır!” diye bir sözü vardır.
Bu aktarmada da, öyle bir detay, yersiz kullanılmış tek bir kelime var ki, Atatürk’ün o cümlesindeki vurucu bir fikrin gözden kaçmasına sebep oluyor. Atatürk, “bölüğün babası olan yüzbaşı” demiş, yeni baskı ise, “bölüğün önderi yüzbaşı”“Baba” mı “önder” mi? İşte, Atatürk’ün subaylığıyla, sıradan, soğuk, katı, ruhsuz bir adamın subaylığı arasındaki fark buradadır. O, emrindeki askerlere sadece bir önder değil, “baba” da olduğu için, emrindekiler tereddütsüz ölüme gidebilmişlerdir. Birçok üstünün, “Bıktık şu Kemal’in şikayetlerinden; haddini bilsin” tavrıyla kenara itmeğe çalıştığı bir Mustafa Kemal, astlarının ölümüne sevdiği bir kumandan olmuştur.

Latife Hanım’la ilgili küçük bir hatıra, onun bu özelliğini daha iyi anlatır. Latife Hanım, bir keresinde, “Kemal şimdi de neferlerle mi boğuşuyorsun?” diye onu azarlar. Atatürk, bahçede dolaşırken, nöbetçi erle sohbete dalmıştır. Erin, memleketinde güreşçi olduğunu öğrenince, “Gel bakalım, ne kadar güreşciymişsin görelim” diye girişmiştir. Bugünün Türkiyesi’nde, bakana, valiye köpek muamelesi yapan siyaset ‘büyükleri’ bir de böyle mübarek bir adama dil uzatınca ne yapmalı? Herkes, kendine göre bir şey düşünür, herhalde!

***
Hangisi daha iyi suikast palavrası atar?
Ahmet Hakan köşesinde mukayese etmiş, Cemaat’in “Bülent Arınç’a suikast” palavrası ile AKP’nin “Sümeyye’ye suikast” palavrasını.Güya, Cemaat militanı (bu kadarı doğru olsa gerek) Emre Uslu, CHP’li Umut Oran’la twitter’de yazışmış ve “Hocaefendi emri verdi, ABD’den bir psikopat bulduk, Sümeyye’yi öldüreceğiz, Tayyip kızıyla uğraşırken, siz de seçimi alacaksınız” demişHakan, AKP’nin senaryosunu pek acemice bulmuş, “milleti aptal yerine koydukları”ndan bahsetmiş. Sebebini söylemeden, “bin basar” diyerek Cemaat’in Bülent Arınç suikasti palavrasını daha inanılır bulmuş.
Birliğe alışverişten dönen askerlerin kamyonetindeki soğan ve patatesle, Arınç’ı öldürecekleri palavrası, niye son palavraya “bin basar” anlamak zor. Fakat, genel bir yanlış kanı var: Cemaat sofistikedir, AKP kaba, saf, aptal. Yanlış, çünkü ‘sofistike’ Cemaat’in Mehmet Baransu, Emre Uslu, Önder Aytaç gibi sözcülerinin ifadelerine bir bakın. Öte yandan, AKP’de, hatta bakan seviyesinde olmalarına rağmen, hala efendi tavır sergileyenler bulunabiliyor.
Palavra atma, komplo kurma konusunda, farklı yetenekleri olabilir. Fakat, ortak amaçları Türkiye’de bir dinbaz diktatörlüğü kurmak isteyen bu iki örgütün, rakiplerini tahrip etmekte kullanmayacakları hiçbir müptezelliğin olmadığı çoktan anlaşılmıştır.

***

“Vatan Partisi”
Gazeteci Gürkan Hacır, İşçi Partisi’nin Vatan Partisi adını almasıyla ilgili “Kıvılcımlı yaşasaydı Perinçek’e ne derdi?” başlıklı bir yazı yazmış ve Kıvılcımlı’nın Doğu Perinçek’ten hazzetmediğini belirtmiş.Orijinal Vatan Partisi’nin kurucusu Hikmet Kıvılcımlı, bence, Lenin’den beri Marksizme tek özgün katkıyı yapmış insandı. Marksizmin, fabrikalar, tarlalar, alet-edavat vs. gibi üretimdeki maddi güçleri ifade etmek için kullandıkları “üretici güçler” kavramı altına yeni bir kavram eklemişti: “Kollektif aksiyon üretici gücü”, yani bir grup insanın, birlikte, bir amaç için ortaklaşa davranabilmelerinden oluşan güç.
Kıvılcımlı’ya göre, özel mülkiyetin olmadığı barbar kavimler, “kollektif aksiyon” üretici gücüne sahipti. O sayede, barbar Cermen kavimleri, özel mülkiyetli, görünürde daha gelişkin bir medeniyet olan Roma’yı yıkabilmişti. O sayede, Türkler Bizans’ı yıkabilmişti. İngiltere’de ve Japonya’da kapitalizmin gelişmesi de, medeniyete (özel mülkiyete) uzak olmaları, dolayısıyla kollektif aksiyon üretici gücüne sahip olmalarıyla mümkün olmuştu.
Sahici bir aydındı, tercümesel Marksist aydın değil, teorinin özünü kavramış bir insandı. Doğru, o zamanki adlarıyla ne kırmızı Aydınlık’tan ne de Doğu Perinçek’in beyaz Aydınlık’ından hazzederdi. Fakat, Kıvılcımlı, vaktiyle üyesi olduğu TKP’den de, TİP’ten de, hapishane arkadaşları Nazım Hikmet, Kemal Tahir dahil diğer bütün sosyalistlerden de hazzetmezdi.

Bu arada, Hacır, Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet’in de aralarında bulunduğu Donanma Davası’ndan, 1938’de 12 seneliğine hapse atılmalarında, İçişleri Bakanı Şükrü Kaya’nın, Nazım Hikmet ve Latife Hanım aşkına duyduğu kıskançlığın rol oynayabileceğini ima etmiş. Oysa, bu dedikodunun tam tersi de, bir söylenti olarak vardır: Güya, Atatürk hasta yatağındayken, yerine kim geçecek mücadelesinde, İnönü ve Şükrü Kaya rekabetinde, solcuların Şükrü Kaya tarafında görülmeleri, hapse atılmalarına sebep olmuş. Muhtemelen hiçbiri doğru değil.“Vatan” elbette güzel bir kavram ve bir partinin ismi olması hoş. Doğu Perinçek de vaktiyle Kıvılcımlı’yla ters düşmüş olsa da, bu isimle, ona bir saygıda bulunuyor.
Perinçek ile ilgili görüş farklılıklarımız olabilir ama yurtseverliği, inandığı davalardaki yılmazlığı şüphe götürmez. Özellikle, son yıllardaki Cumhuriyet ve laiklik vurgusu, ciddi bir aydın ihanetinin yaşandığı ülkemizde, çok önemlidir. Fakat, Vatan Partisi, dünyadaki hemen bütün sol partilerin ortak hastalığıyla maluldür: Devletçilik, yani üretimde, özgürlüğe, serbest teşebbüse karşı olmak.İnsanın iki temel işi vardır: Düşünmek ve (düşünce sayesinde) üretmek. Düşünme eylemi özgürlük gerektirir. Dolayısıyla, düşünce sayesinde mümkün olan üretme eylemi, özgürlük gerektirir.

İdeolojilerle kör olmamış sade insanlar, bu gerçeği zımnen bilirler. Sol partiler, ekonomik devletçilikleri yüzünden, içinde yaşanılan zamana, sade insana, ters düşerler. Sade yurttaş, “Başka nasıl olacak ki? Bakkal, o dükkanı açan bakkalın olmasın da, kimin olsun? Bir genç, evinin bodrumunda bir donanım veya yazılım üretince ve bunu geliştirerek dünya çapında bir şirket yaratınca, o şirketin sahibi, o olmasın da, kim olsun?” diye sorar. Bu sorulara, sade insanlar gibi, yani hayatın içinde, gerçeklerle yüzyüze insanlar gibi cevap vermeyen sol partiler, o yüzden aykırı kalır.

Gerçekten de, sol ideoloji, özgürlüğü, kelimenin tam anlamıyla yarım yamalak savunur: “İstediğin gibi düşün, burada özgür olmalısın ama istediğin gibi üretme, burada özgürlüğe yer yok; ben üreteyim veya neyi nasıl üreteceğini ben söyleyeyim!”Onun için dünyanın her tarafında, ciğeri beş para etmez sağ partiler, halkın ekonomik sağduyusuna hitap ettikleri için iktidara gelirler. Onun için, çok iyi niyetli sol partiler, iktidara gelse de, özgürlüğün üretim için de gerekli olduğu olgusunu inkar ettiklerinden, ekonomik çöküntüye sebep olup, kısa sürede iktidarı kaybederler. 

Önceki ve Sonraki Yazılar