'Suçu saz çalmakmış… '

Diyarbakır, Sur, Cizre, Nusaybin, Şırnak, Silvan…

Sokağa çıkma yasaklarıyla başlayan çatışmalar, alev alev yanmaya başlayan şehirler, mahalleler…

Resmi kurşunlarla vurulan çocuklar, zırhlı araçların ardında sürüklenen cesetler, sokak ortasında herkesin gözü önünde öldürülen avukatlar, bombalar, helikopterler, toz duman…

Peki neden?

“Ülkenin bölünmez bütünlüğü”

12 Mart’ın kara gözlüklü paşalarından beri tekrarlanan gerekçe…

Devlete, kurulu düzene, rejime, hükümete, güvenlik güçlerine yönelen her tür eleştiri ve hareket “ülkenin bölünmez bütünlüğünü” tehdit eder, “bölücülükle” yaftalanır.

Bu yaftayı astıktan sonra da her tür hukuksuzluk, ahlaksızlık artık meşrudur.

Cuntacı generallerden, sağcı parti liderlerine, ülkesine karşı her tür mali ve ahlaki suçu işleyen işadamlarından, polis müdürlerine, mafya babalarından, rektörlere kadar, pis ve kirli düzenden beslenen ne kadar adam varsa, hepsi bir ağızdan tekrarlarlar “ülkenin bölünmez bütünlüğü”…

 “Ülke” nedir o halde? Yolsuzluğu ayyuka çıkmış politikacıların yağmaladıkları kamu gücü müdür ? Suruç’ta, Ankara’da gençler bombayla parçalanırken, bakanların suratındaki çirkin gülümseme midir? Kumardan, fuhuştan, faizden gelen paralarla beslenen din adamlarının vaazları mıdır ülke?  17  yaşındaki çocukların asılmasını hükmeden mahkeme reisleri midir? Ayakkabı kutularına istiflenen rüşvet midir? “Oğlum sıfırla” talimatı verebilmek midir? 12 yaşındaki kıza tecavüz eden şehir ileri gelenlerinin iyi halden yırtması mıdır ülke?

Ben söyleyeyim, ülke asıl olarak  “hukuktur”.

Bedeli kanla, gözyaşıyla ödenen hukuktur. Bu bedel ödenerek varılan, üzerinde uzlaşılan hukuka inanan insanların yaşadığı toprak parçasıdır ülke.

Bırakın Anayasayı, tek bir yasayı çiğnerseniz, basit bir yönetmeliği takmazsanız geriye “çakıltaşı bile vermeyiz” böbürlenmesi kalır…

Bu yüzden de ülkeleri gerçekten bölenler o toprak parçası üzerinde, herhangi bir yerde herhangi bir bahaneyle hukuku, ahlakı askıya alan, çiğneyen, yok sayanlardır.

Anayasa’da yer alan yaşama hakkını, bilme hakkını, haberleşme ve seyahat özgürlüğünü, eğitim hakkını çiğneyen, üstelik bunu elindeki kamu gücüyle, kamunun verdiği para, güç ve meşruiyetle yapan her kimse bu ülkeyi bölen de asıl olarak odur...

Hukuk karşısında herhangi bir yerde ve zamanda herkes eşit değilse, herkese aynı kurallar uygulanmıyorsa, Diyarbakır’ın ücra bir mahallesiyle Taksim’de aynı hukuk yoksa o ülke çoktan bölünmüştür.

Ziverbey Köşkü’nde, Mamak’ta, Diyarbakır Cezaevi’nde, kamu görevlilerin işledikleri suçlar kadar, bu suçların hesabını sormayanlar da bölmüştür ülkeyi…

Faili meçhul cinayetleri, bütün kanıtlara, kemik parçalarına, oğullarının cesedini, elleriyle  ördükleri kazakların çürümüş kalıntılarından tanıyan annelerin feryadına rağmen şehir şehir gezdiren,  sonra da üzerine örten adalet mekanizması parçalamıştır.

Yakınlarını kaybedenlerin önünde “Jitem nedir bilmiyorum, jötemi bilirim” diye sırıtarak konuşan küstah devlet tetikçileri değil, onlara bu cesareti verenler, bu küstahlığın hesabını sormayanlar, bu küstahlığın hesabı sorulmadığı için ayağa kalmayanlar bölmüştür.

Yaşama hakkının sadece ve sadece devlete karşı savunabileceğini bildikleri halde, yasadışı bir örgütü hasım olarak alıp, “ölen güvenlik güçlerinin insan hakları yok mu?” diye soran kahraman gazeteciler bölmüştür mesela…

Tüccar dedesinin orduya sattığı bozuk kavurmalar yüzünden 33 askerin ölümü örtbas edilmişken, “bölücülerden” bahseden “Mehmetçik” gazeteciler bölmüştür mesela.  

 Fakat bütün bunlardan daha kötüsü Güneydoğu’da olup bitenleri “oraya özgü bir kötülük” olarak düşünüp “devletin bekası için” olup bitenlere göz yummak, bir dağ başında eksilen, bölünen, çiğnenen hukukun aslında bütün ülkeye yayılabileceğini görmemek.

 Ne diyordu Ahmet Kaya; Diyarbakırlıymış,  adı Bahtiyar, suçu saz çalmakmış,  öğrendiğim kadar”…

Gerçekten öğrendiğimiz kadar mı?

Önceki ve Sonraki Yazılar