Süleyman Karan

Süleyman Karan

'Tilkiler'in gücü adına!..

Tam da dokunulmazlıkların kaldırılmasının üç partinin oylarıyla TBMM’de onaylandığı akşam, sinirden burnumdan solurken, Türkiye’nin demokrasi kazanımlarının bir bir nasıl elimizden gittiğini hesaplar, “Ne beceriksiz insanlarız? Ne biçim yurtseverleriz? Onuru, ahlakı olmayan bir Amerikan yapımı yobaz çeteye ülkeyi teslim ettik elimizle” diye dert sahibi olmuşken, bir de baktım Chelsea-Tottenham Hotspur maçının sonucu düştü ekrana; 2-2... Bunun anlamı, futbol tarihinde bir mucizeydi, Leicester City Premier League şampiyonu olmuştu.

Küçük şehrin güzel takımı

Fırsat bu fırsat kendimi sorgulama, lanetleme halinden bir anda çıktım. Leicester City, bunu yapıyorsa, her şey mümkündü. Londra’nın kuzeyinde, yani Güney İngiltere’de küçük bir kentin, gayet mütevazı bir kulübü, devler ilginde hem de ciddi bir puan farkıyla şampiyon oluyordu. Nasıl bir takım biliyor musunuz? Tam bizim muhalif sol kesim gibi, inişli-çkışlı, küçük başarılarla büyük mutluluklar yaşayan, büyük yenilgilerde kuyruğu dik tutmaya çalışan...

Dönelim ‘Tilkiler’in hikâyesine... Bir başarı öyküsünden değil, güçlünün güçsüz olduğu anda kendi gücüyle yükselme stratejisine... Şu PR’cıların ağza sakız ettiği en sıradan KOBİ’ye ‘bir başarı öyküsü’ yaftası değil yani!..

İflas bayrağını çekmişti ama

2000’li yılların başlarında Leicester taraftarları bayağı bir mahsundu. Kulüp iflas bayrağını çekmiş, yeniden ayakları üzerinde doğrulmaya çalışıyordu. Kapısına kilit vurmaktan son anda kurtulmuştu. Üçüncü ligin dibinde debeleniyordu. Sonra yavaş yavaş ortalama bir İngiliz kulübü olmaya başladı. Premier League ile Championship arasında ‘asansör takım’ olmayı başardı. Başardı diyorum, çünkü bu zorluklarda bu bir başarıydı.

Öyle bir kulüp ki, en son 1929’da o zamanki birinci ligi ikinci bitirmek en büyük başarısı... Altın çağı ise 90’lı yılların sonlarına doğru Premier League’in ortasına demirlemesi... Ve 2014-2015 sezonunda direkten dönüp Premier League’e tutunan bir kulüp 2015-2016 sezonunda, hem de öyle burun farkıyla değil, bayağı bir puan farkıyla şampiyon... Garip, inişli-çıkışlı ve sürprizli bir hikâye değil mi? Değil... Zira içinde bir potansiyel barındırıyor olmasa, bunların hiçbiri olmazdı!

Çok renklilik akıl getirir


Zira bu şehir, 300 bin nüfuslu, Londra’nın gölgesinde kalmış, Birmingham’ın batısında, Nottingham’ın güneyinde, geçmişin önemil sanayi kentlerinden biri... Sonraları Leeds gibi lümpen proletaryaya teslim olmamış, çokkültürlülüğünü biraz de göçmen nüfus sayesinde koruyabilmiş, hoşgörünün, değişime açıklığın hüküm sürdüğü bir şehir. Dertleri çok, ama idare ediyor. 20’nci yüzyılda genelde Hint altkıtasından ciddi bir göç almış. Yani Anglo-Sakson olduğu kadar da renkli... Şehrin en büyük kültürel etkinliği Diwali adlı bir Hint festivali...

Bu çok renklilikten midir, bu mütevazı onurdan mıdır, bu küreselleşmenin olumsuz yanlarını yaşayıp olumlu yanlarını öne çıkarabilmekten midir bilinmez, ama bu kulüp riskli ama akılcı kararlar alarak bambaşka bir teknik direktörün eline verdi yönetimi, Cladio Ranieri’nin... Adam hiç alışıldık bir teknik direktör değil, takımı kötü giderken şakaya vuruyor, mütevazı, asla futbolcularını suçlamıyor, yedek kulübesinin önünde bir yerinde odun varmış gibi pozlar vermek yerine maçı okuyor! Medya peşinde ama o medyatik değil, kendini pazarlamıyor.

Sirk palyaçosu değil, adam!..

Yani Jose Mourinho’da tiksindiğiniz ne varsa, bu adam gibi adamda yok. Takımın parasal değeri (bu kötü laf; sanki mal sayıyoruz futbolcuları ama) 23 milyon sterlin. Bir karşılaştırma yapalım hemen; Körfez Arapları’nın milyonlar döktüğü Manchester City’nin Raheem Sterling için ödediği transfer ücreti ise 49 milyon sterlin! Para az ama akıl var Leicester City’de... Fransa İkinci Ligi’nden 400 bin sterline transfer ettikleri Riyad Mahrez 34 lig maçında 14 gol attı, 17 de asisti var. İşte fark burada...

Cüzi fiyatlarla alınan oyuncuların hepsi ahlaklı sporcu, bencil değil takım gibi oynuyorlar, ama kişisel becerileriyle takımı şampiyonluğa taşıyor. Maçlarını izliyorsunuz, artistlik yapan, tribüne oynayan yok. Herkes takım için, herkes futbol için oynuyor. İşte sonuç bu oluyor.

Hamaseti bırakarak başlar her şey


Şimdi bu güzel hikâyeden kıssadan hisse, en azından ben böyle bir hisse çıkarmak istiyorum. Gücünüzü bileceksiniz, aklınızı kullanacaksınız, rakiplerinizin gücünü de bileceksiniz, hamaset yapmayacak, slogan atmayacak, doğru tercihler yapacaksınız. En iyi insan kaynaklarıyla, gücünüzü optimal kullanarak, gününü bekleyeceksiniz. Karşınızda dev firmalara, Araplar’a, ona buna satılmış, kökü dışarıda olan güçler olsa da, onların da bazen zayıflayabileceğini hesaplayacaksınız. Taraftar kitleniz ve oyuncularınızla, hazır bekleyeceksiniz. İkinci ligde olsanız da, üçüncü lige düşseniz de enseyi karartmayacaksınız. Asla faullü, defansif, sıkıcı bir sitil tercih etmeyeceksiniz. Karşınızdakinin gücü varsa, sizin de aklınız ve ahlakınız var. Dokununulmazlıklar kalksa da, mezhepçi faşizm en rakipsiz günlerini yaşıyor olsa da, hakemleri satın alsa da, başında Jose Mourinho gibi soytarılar olsa da, bir gün onları çime gömebilirsiniz. Hatta ligin en alt basamaklarından direkten döndükten bir yıl sonra bile...

Yeter ki sakız gibi aynı sloganları tekrarlayıp durmayın, hayatı okuyun, doğru seçimleri yapın, olduğunuz gibi ahlaklı ve akıllı olun... ‘Tilkiler’ gibi olun!

Önceki ve Sonraki Yazılar