TSK'nın yol ayrımı!

Yüksek Askeri Şura toplantısı sona erdi ve Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) yeni komuta kademesi belli oldu. TSK’nın yeni komutanı Hulusi Akar’ın resmi biyografisinde yer almayan ayrıntıları, gerçek özgeçmişini ve sicilindeki karanlık alanları manşetimizdeki geniş haberimizde verdik.

Öyle anlaşılıyor ki, son YAŞ kararlarıyla TSK’nın başkalaşma süreci devam ediyor. Bu bağlamda en çok merak edilen konu, Akar'ın TSK'nın 'Cumhuriyetçi ve Atatürkçü' geleneğine bağlı bir subay gibi mi yoksa ordu içinde AKP çizgisine tekabül eden neo-liberal ABD'ci çizgiyi mi takip edeceğidir. Sorunun yanıtı manşetimizdeki haber analizde veriliyor.

Burada kısaca TSK’nın ülkenin yakın tarihinde oynadığı role ve bugüne nasıl gelindiğine bakmak istiyoruz.

Kestirmeden söyleyelim; Türkiye’nin gericiliğe teslim edilmesinde en önemli rolü oynayan güçlerden biri de Türk Silahlı Kuvvetleri’dir. Celal Bayar ve Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti (DP) yönetimi tarafından Türkiye’nin NATO’ya sokulmasından sonra, TSK’nın da niteliği değişti.
TSK, onurlu bir kurtuluş savaşı veren, Osmanlı-Türk aydınlanmasının ve modernleşmesinin öncü güçlerinden biri olmaktan uzaklaşarak hızla tutuculaştı. Bu süreçte, 27 Mayıs 1960 müdahalesini ayrı tutarsak eğer, TSK giderek kendi ülkesini işgal eden bir sömürge ordusuna dönüştü.
Antiparantez belirtelim;  27 Mayıs 1960 müdahalesi ise Cumhuriyet Devrimi’ni tamamlayıcı ve ona demokratik bir derinlik kazandırmaya çalışan en önemli ve son ilerici hamleydi.

TSK, NATO üyeliğiyle birlikte başta ABD olmak üzere emperyalizmin hizmetinde girdi ve bu tercihin sonucu olarak Türkiye’nin ilerici, aydınlanmacı, sol ve devrimci çevrelerini tehdit olarak gördü. Solun önünü kesmek için Cumhuriyet devriminin iktidardan uzaklaştırdığı gerici güçlerle ittifaka yöneldi.

Öyle ki, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri darbeleri solu, bu ülkenin ilerici güçlerini ezerken, gericiliği ve İslamcıları ise destekledi. İslamcılar da bu darbelerin en büyük destekçisiydi. (O nedenle, gericilerin darbe karşıtlığı büyük bir yalandır.)

Sonuçta, iki-buçuk imam hatipli gelip ülkeyi teslim aldı. Medrese Harbiye’yi yendi. Böylece Abdulhamit gericiliğinden beri bu iki çizgi ve tarihsel güç arasındaki mücadeleyi, Osmanlı-Türk modernleşmesi ve aydınlanmasının ocaklarından biri olan ve Cumhuriyet devriminin liderlerini çıkaran Harbiye kaybetti.

TSK, 27 Mayıs’tan sonra son bir hamleyle (28 Şubat 1997 MGK kararları ile simgelenen bir çıkışla) kendi tarihsel rotasına ve kaynaklarına dönmeye çalıştı. Ama olmadı, yarım kaldı. AKP iktidarıyla birlikte tam 60 yıldır devam eden gerici karşı devrim süreci 2007-2008 dönemecinde (Ergenekon, Balyoz, Askeri Casusluk vb. soruşturmalar yoluyla) büyük ölçüde tamamlandı.
Bu nedenle Ergenekon, Balyoz ve Askeri Casusluk gibi davalar konusunda gerekli tutumu almayan, kendi evlatlarını tertibe kurban eden ve böylece TSK içindeki cumhuriyetçi geleneğin son izlerinin de bütünüyle tasfiye edilmesine göz yuman, kolaylaştıran ya da bu tertipte doğrudan rol alanların bu YAŞ toplantısında nasıl değerlendirildiklerine bakmak gerekiyor.
Önünde iki yol var TSK’nın; ya Cumhuriyet'in ve ulusun ordusu olacak ya da AKP ve dinci gericiliğin silahlı gücü!

Birinci yol demokratik ve ilerici bir tutumdur ve TSK’nın varlık gerekçelerine ve geleneğine uygundur. İkincisi ise NATO üyeliğinden beri girdiği yolun trajik finalidir, kendini inkârdır.
Bunun ortalaması ya da arası yoktur.

Önceki ve Sonraki Yazılar