Ölmüştür geçmiştir

Günlerdir ölümle yatıyor ölümle kalkıyoruz. Kalem ölüm yazmaktan, toprak ölü almaktan yoruldu ama onlar can almaktan, öldürmekten yorulmuyor; ülkeyi bir “ölüm coğrafyası”na dönüştürme yolunda hızla ilerliyorlar.

Başbakanın “diktatör olsam şunu yapamazdınız” listesine son halka olarak eklenen “diktatör olsam sokakta dolaşamazsınız” cümlesinin sarf edildiği saatlerde; bu ilerleyişin bir işareti olarak, Okmeydanı’nda polis şiddeti bir can daha aldı.

Polisin açtığı ateşle öldürülen Uğur Kurt, Beyoğlu Belediyesi'nde çalışan Alevi bir taşeron temizlik işçisiydi. Okmeydanı Cemevi’ne bir yakınının cenazesi için gelmişti. Cenaze için geldiği cemevinde bir “yasal mermiyle” başından vurularak yaşamını yitirdi.

Kurt’un ve aynı gece Ayhan Yılmaz’ın ölümü, Türkiye’de yaşamın ne kadar ucuz, ölümün ise ne kadar kolay olduğunu bir kez daha gösterdi.

Sonrasında yaşananlarsa, iktidarın siyaset anlayışının giderek bir “ölüm siyaseti”ne dönüştüğünü, iktidarın ancak cesetlerin üzerine basarak ayakta durabildiğini bir kez daha ortaya koydu.

Düşünün ki, eylemci bile olmayan ve cemevinde tesadüfen bulunan bir yurttaş yaşamını yitirdi ama Başbakan, konuyla ilgili yürütülecek soruşturmaya dair tek bir laf etmeksizin ve bir rahmet ve başsağlığı dileğini dahi çok görerek polisi savunmaya geçti.

Dahası, “polis nasıl sabrediyor ben anlamıyorum” sorusuyla birlikte, polisin tutumunu daha da sertleştirmesi gerektiği mesajını vermiş oldu.

Ve aylardır yaptığı gibi, bir kez daha ölü bir çocukla, polisin katlettiği 15 yaşındaki Berkin’le uğraşmaya devam ederek, “her ölene tören mi yapılacak, ölmüştür geçmiştir” diyebildi.

Oysa biliyor ve hatırlıyoruz ki, Başbakan ve AKP’liler Mısır’da öldürülen Esma’ya günlerce gözyaşı dökmüşler, Rabia diyerek sokakları doldurmuşlar, henüz gerçekleşmemiş idamlar için eylemler düzenlemişlerdi.

Bu ise şunu gösteriyordu: İktidar nezdinde, yaşanmaya değen ve değmeyen hayatlar vardır. Yaşanmaya değer olduğu düşünülenler için yas tutulabilir, ağlanabilir, eylemler yapılabilir; yaşanmaya değmeyen hayatlar ise öldürülebilirler, ölümleri cinayetten sayılmaz, yasları tutulmaz, arkalarından gözyaşı dökülmez.

Velhasıl, cinayet işlemeksizin öldürülebilenler, Başbakanın o veciz ifadesiyle “ölmüşler geçmişler”dir.

Peki kimdir bu ölüp geçenler, devlet şiddetiyle katli vacip olanlar ve yasının tutulmasına gerek olmayanlar?

Bu sorunun yanıtını cumartesi günü Köln’de yaşanan manzaraya bakarak verebiliriz.

Köln’de AKP’nin miting düzenlediği salonda yeni rejimin “millet”inden olanlar, “milli irade” diye kutsananlar; salonun dışında, yani sokakta ise “millet” kapsamına dâhil olmayı reddedenler vardı cumartesi günü.

Salonda ezanlı, Kuran’lı, dualı bir siyasi miting için toplanan rejim yanlıları ve dışarıda ise toplumsal muhalefetin farklı yüzleri, rejim karşıtları; sosyalistler, Aleviler, Kürtler, Kemalistler, kadınlar, eşcinseller…

İşte ölümleri cinayetten sayılmayanlar, “ölmüştür geçmiştir” denilenler, o salonun dışında olanlardı; salonun içi ve dışı, “millet”ten dışlananları ve “katli vacip” olanları da gösteren muazzam bir sembolizm ortaya koyuyordu.

Salondan yükselen ses “millet”ten olmayanlar için verilmiş bir ölüm fermanı gibiydi; salonun dışında kalanlar ise doğrudan hayatı savunuyorlardı.

Türkiye siyasetinin güncel manzarası doğrudan Köln’e yansıdı; ölüm siyasetiyle yaşamı savunanlar Köln’de çok net çok açık bir şekilde karşı karşıya geldiler. Türkiye’nin geleceğini bu karşılaşma, ölüm ve yaşam üzerinden şekillenen bu saflaşma belirleyecek.

Önceki ve Sonraki Yazılar