17 Aralık'tan Sonra: Diktatoryal Bir Rejime Doğru

AKP-Cemaat koalisyonu kendisini en başından beri bir “kurucu” irade olarak gördü ve her kurucu iradede olduğu gibi yıkıcı olma özelliğini de beraberinde taşıdı.

Yıkılan, zaten on yıllardır sağ iktidarlar ya da askerler tarafından yönetilen ve sol düşmanlığı nedeniyle çöküş sürecine giren Cumhuriyet, kurulmak istenen ise temelinde İslam’la serbest piyasa ekonomisinin sentezinin bulunduğu otoriter bir yeni rejimdi.

Eski rejim yıkılırken, bu rejimin devlet içerisinde kalan ve yıkım sürecine direnme potansiyeli olan unsurları, “hukuk/yargı” aracılığıyla tasfiye edildi. Cemaatin emniyet-yargı içerisindeki entegre yapılanması, sahte delillerle, iddianamelerle,  gizli tanıklarla ve ses kayıtlarıyla bir kadro temizliğine girişti ve AKP ile Cemaat hem yeni bir rejim kurdu hem de devletin yeni sahibi oldular.

Rakipler tasfiye edilip yeni rejimin kendisini yerleştirmesi ve tahkim etmesi sürecine girildiğinde, koalisyon ortakları arasında yeni devletin kim tarafından ve nasıl yönetileceğine, yani egemenliğin nasıl bölüşüleceğine dair bir tartışma başladı.

Erdoğan “yeni Türkiye”nin tek sahibinin kendisinin olacağını, yani egemenliği tek başına kullanacağını söylerken, Cemaat ise kendinin de “kurucu unsur” olduğunu, dolayısıyla birlikte yönetmeleri gerektiğini söyleyip egemenliği paylaşmayı talep etti. 

İşte 17 Aralık bu egemenlik tartışmasının bir uzlaşmaya dönüştürülememesinin neticesi olarak ortaya çıktı ve bu noktada ortaklar birbirlerini tasfiye etmeye yönelik karşılıklı hamlelere giriştiler.
17 Aralık, dershanelerin kapatılması girişimiyle somutlaşan tasfiye operasyonuna Cemaatin bir karşı-operasyonla yanıt vermesiydi.

Cemaat bu karşı-operasyonda en iyi bildiği şeyi yaptı. Emniyet ve Yargıda sahip olduğu gücü kullanarak, yolsuzluk merkezli bir “polisiye” operasyon düzenledi ve AKP’yi, özellikle bakan çocuklarının tutuklanması üzerinden köşeye sıkıştırmaya çalıştı.

Yani koalisyon ortaklarının geçmişte siyasi hasımlarına karşı kullandığı silahı bu sefer ortaklardan biri ötekine yöneltmiş oldu. Böylece de egemenlik mücadelesi bir kez daha “yargı/hukuk” zeminine taşındı.
AKP ilk şoku atlattığında, bu hamleye yürütmeyi ve yasamayı kontrol etmenin avantajıyla karşılık verdi ve önce genelge ve atamalarla, sonra da yaptığı yasa değişiklikleriyle hem Cemaatin devlet içerisindeki gücünü dağıtmayı hem de yeni operasyonları engellemeyi hedefledi.

Bunun da ötesinde ve bundan daha da önemli olarak “yeni” bir durum ortaya çıktı: 17 Aralık itibariyle Türkiye’de anayasa ilk kez sivil bir irade tarafından fiilen yürürlükten kaldırıldı, “hukuk devleti” fiilen askıya alındı.

Bu ise anayasa değişikliği yapılmaksızın yeni rejim inşasında bir eşiğin daha aşılması anlamına geliyordu.
HSYK yasasıyla zaten zayıf olan kuvvetler ayrılığı bütünüyle rafa kaldırılıp, yargı yürütmeye ve dolayısıyla başbakana bağlandı. Böylelikle tek adam hâkimiyetine dayalı bir parti-devletine fiilen geçilmiş oldu.
“Kaset siyasetini” engellemek için internet yasasıyla sansür kurumsallaştırılırken, malvarlığına el konulmasını imkânsız hale getiren düzenlemelerle Erdoğan etrafındaki sermaye gruplarına dokunulmazlık kazandırıldı. Yani ardı ardına “kişiye/gruba özel” kanunlar çıkarıldı, bir kliğin iktidarı yasal statüye kavuşturuldu.

Bugün artık diktatoryal bir rejimin tam eşiğindeyiz. İki gerici gücün ortaklığından demokrasi çıkaranlar, şimdi bu ikisinin kavgasından yine demokrasi çıkarmaya çalışsa da nafile. Toplumsal muhalefetin gelmekte olanı görmesi ve buna hazırlanması gerekiyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar