Ulukışla'dan Sultanahmet'e

32'si çocuk 162 sivil ölüm, 7 ilde, 19 ilçede 1 milyon 300 bin kişiyi ilgilendiren 60 civarında sokağa çıkma yasağı. Rakamlar, öyle "terör örgütü propogandası yapıyor" diye geçiştirilemeyecek bir kuruma "Türkiye İnsan Hakları Vakfı"na ait.

Bakanlar Kurulu'nun "gizli" kararnamelerine dayanan sokağa çıkma yasaklarının 16 Ağustos'tan bu güne gelen bilançosu şimdilik bu.

Bilançoya sivil olmayan kayıplar; asker, polis ölümleri ya da yasadışı silahlı mücadele veren militanlar dahil değil. 

Hükümetin bu uygulamayı Ankara ve İstanbul dahil batıya da taşımaya niyetlendiği, özellikle "Gazi, Tuzluçayır, Okmeydanı" gibi semtleri hedef aldığı ileri sürülüyor.

Önce Güneydoğu, sonra Batı hayli tartışılır bir "güvenlik" gerekçesi altında Suriyeleştiriliyor.

"Güvenlik" gerekçesinin altında hak ihlallerine dayanan, Anayasayı da, uluslararası sözleşmeleri de, yasaları da çiğneyen bir politika bütün açıklığı ile hüküm sürüyor.

Sokağa çıkma yasağı altındaki şehirlerde, 32 çocuğunun ölümünü sorgulayanlar "terör propogandasıyla" suçlanıyor.

Bu politikanın sopası gazeteciler, televizyon yıldızları, medya grupları üzerinde dolaştırılırken sık sık terörden ve "ölen güvenlik güçlerinden" söz ediliyor.

Peki gerçekten böyle mi?

Niğde Ulukışla'da  20 Mart 2014 günü Jandarma Uzman Astsubay Üstçavuş Adil Kozanoğlu, polis memuru Adem Çoban ve kamyon şoförü Turan Yaşar'ı öldüren IŞİD militanlarının davası bunun pek de böyle olmadığını gösteriyor.

Bu dava Türkiye'de açılan ilk IŞİD davası olduğu için önem taşıyor.

Ve iki "şehit" güvenlik görevlisinin soruşturmasında "tuhaflık" hakim.

Anayasayı İhlal suçundan yargılanan sanıklardan Irak Şam İslam Devleti terör örgütü üyesi Alman vatandaşı Benjamin Xu, İsviçre vatandaşı Çendrim Ramadani ile Makedonyalı Muhammed Zakiri avukatların bütün taleplerine rağmen ilk duruşmadan sonra  "güvenlik" gerekçesiyle duruşmalara getirilmedi.

Ses ve Görüntü Bilişim Sistemi (SEGBİS) üzerinden alınan ifadelerde üç sanığın da görüntüleri "net" değildi. Hem ekran fluydu, hem de başlarını eğen sanıklar görülmemek için her şeyi yapıyordu.

Özellikle IŞİD'in Musul Başkonsolosluğu'nda rehin aldığı 49 kişinin Türkiye'de cezaevlerinde bulunan militanlarla "takas edildiği" haberlerinden sonra bu durum daha da tuhaf hale geldi.

Avukatlar, doğal olarak sanıkların takas edilmediklerinden emin olmak için duruşmaya getirilmesini istediler.

Ama olmadı.

Tanıkları, üç zanlının da jandarmalara nasıl acımasızca saldırdığını, öldürmek için neler yaptığını ayrıntılarıyla anlattılar.

Fakat bir asker ve bir polisi şehit eden IŞİD militanlarını hiçbir güç duruşma salonuna getiremedi.

Davanın tek tuhaflığı bu değil.

Reyhanlı Patlaması'nda da yer alan Niğde saldırısını gerçekleştiren militanların Türkiye'ye gelmesini sağlayan Heysem Topalca'dan da haber yok.

Mahkeme avukatların ısrarlarına rağmen Topalca'yı istihbarat örgütlerine sormak istemiyor.

Paris saldırılarından sonra batılı gazetelerde saldırıya karışan kimi militanların "Rehine takası" ile serbest kaldığına yönelik iddialar yer aldı.

Önümüzdeki hafta, 20 Ocak günü Niğde davasında karar verilecek.

Üç sanığın da en azından karar günü salona getirilmesi, üç sanığın da Rehine Takası ile IŞİD saflarına geri dönüp dönmediğinin,  Sultanahmet'teki katliama giden yolun Niğde Ulukışla'dan istihbarat teşkilatlarının önünden geçip geçmediğinin bilinmesi gerekiyor. 

 


Önceki ve Sonraki Yazılar