Uluslararası İslamcı terörist stoğu ve bizim İslamcılar

Bugünlerde, hemen her gün, şuna benzer bir haber okuyoruz: Falanca Avrupa şehrinden IŞİD’e katılmak üzere yola çıkan ve çeşitli Arap devletlerinin vatandaşı olan terörist adayları yakalandı… Aralarında Çeçen militanların da olduğu İslamcı teröristler… Pakistanlı militanlar… Afganistan’dan gelen teröristler… Azerbaycanlı hanım terörist… Hatta Hıristiyan iken, İslam dinine geçmiş Amerikalı, Fransız, Alman teröristler…
Türkiye’den gelme İslamcı teröristler? Duymuyor değiliz, arada bir, tek tük, bizimkilerden de yakalandığını, öldürüldüğünü.
Fakat, Türkiye’nin nüfusuyla, Arap ülkelerinin nüfusunu, hele Çeçenleri filan karşılaştırdığımızda, dünyayı bir veba salgını gibi sarmış olan İslamcı terör dalgasına katkı yapan Türk, yok denecek kadar azdır.
Nedir bunun sebebi? Yoksa, Türkiye, bazan Arapların ve İran’ın ‘suçladığı’ gibi müslüman bir ülke değil midir? Ya da, Türkler korkak mıdır, savaşmayı mı sevmez?
Elbette hiç biri değil. Sebep: Türkiye’deki müslümanlığın, Atatürk gibi büyük bir İslam Reformcusu ile tanışmış olmasıdır; o sayede, Türklerin müslümanlığının, aynen İslam Medeniyeti’nin parlak dönemindeki gibi, akılla buluşturulmuş olmasıdır.  Bizzat onun deyişiyle “İbni Sina’lar gibi, İbni Rüşt’ler gibi alimler yetiştirmeliyiz!” düsturuyla girişilen İlahiyat Eğitimi meyvelerini vermiştir: Akıl ile dini konulara yaklaşan nice hoca yetişmiştir. Akıl ve şiddet, ateşle su gibidir; birinin olduğu yerde, öteki olmaz!
“Yahu o zaman, şu içinde bulunduğumuz musibetli günler neyin nesidir? AKP nedir?” sorusu akla gelir.
Bir anektod anlatayım. Yıllar önce, orada yaşarken, Amerikan orta eğitiminin sefaletinden kaçırmak için kızımı New York’taki bir Alman okuluna yazdırmak istedim. Fakat, bir yandan da tereddütlüydüm: Naziler, Almanlar hakkında o kadar çok yazılmış, çizilmiş, film yapılmıştı ki, acaba bu menfi ortam, Alman öğretmenleri bir aşağılık duygusuna dolayısıyla psikolojik yetersizliğe sokmuş mudur diye merak ediyordum.  Alman müdüre, bu minvalde bir soru sordum. Cevabı şu oldu: “Nazi dönemi ve vahşeti, dünyaya bilimsel,  kültürel büyük katkılar yapmış olan Alman halkının binlerce yıllık  tarihinde, sadece 12 yıllık bir parentezdir.”
Evet, azgın, vahşi, alçak bir azınlık, Birinci Dünya Savaşı sonrası kaosunu, ekonomik sıkıntılarını kullanarak, allem-kallem, hile-hurda iktidarı ele geçirmiş ve gitmemecesine Alman halkının başına musallat olmuştu.  Alman Halkı’nın çoğu, Almanlara atfedilen olumlu niteliklere haizdi; ama Naziler, her millette azınlıkta olan manyaklar olarak, iktidara gelmişti.
Bizdeki duruma analitik bakacak olursak, şunu görürüz: AKP’ye oy vermiş olan kitlenin, sadece üçte biri, dini kaygılarla oy vermiş, kamuoyu araştırmacılarından ciddi olanlarından birinin araştırmasına göre. Yani, zart zurt, “Yüzde doksansekizi müslüman olan…” diye efelenen AKP’nin yüzde 50’den az olan oyunun, sadece üçte biri, dini kaygılarla oy vermiş.
Mesela, oylarını %48 saysak bile, sadece halkın %16’sı AKP dindar diye oy vermiş. Yani, büyük çoğunluğu müslüman olan halkımızın büyük çoğunluğu, aklını kullanmış; AKP’ye oy verse de, müslümanlığından vermemiş.
Üstelik, bu %16’nın da büyük çoğunluğunun, Nazisel İslamcılıktan ziyade, “Bunlar dindar, çalmaz!” diye oy verdiğini hatırlarsak, kolunda yüzbinlerce dolarlık saatle dolaşan AKP’li bakanlar sayesinde, bir zamanların güneş batmayan imparatorluğunun sarayından daha büyük sarayda yaşayan Cumhurbaşkanı sayesinde, bu dinin, hırkasındaki söküğü kendi diken bir Peygamber’in dini olduğunu hatırlayacak AKP’li müslümanların sayısının hızla artacağını, yani AKP’nin oylarının hızla azalacağını, tahmin edebilirsiniz.
“Cumhuriyet bir parantezdi!” diyenlerin, Naziler’in Alman tarihinde bir parantez olması gibi, Atatürk Cumhuriyeti’nin yürüyüşünde, kısa bir parantez olarak kalacakları kesindir.

***

‘Dinci ve laikci ortaklar’
Bu tabir, TARAF yazarı Hadi Uluengin’in makale başlığı. Beyefendi, “laikci” denen uyduruk kavramı kullanmakla kalmamış, her zamanki kendine-aşık üslubuyla, “laikperest” diye bir zortlamayı da cümle içinde kullanmak için, şöyle başlamış yazısına: “LAİK, hatta laikperest ulusalcılık, dinci, hatta sofu bir ulusalcılıkla bütünleşebilir mi?”
“Laiklik” gibi, bir toplumun insanca bir toplum olmasının, olmazsa olmaz şartı bir kavramın, kutsal bir kavrammışcasına sahiplenilmesinin ne kadar önemli olduğunun ortaya çıktığı bugünün Türkiye’sinde, bu kavrama işaret eden kelime üzerinde oynamalar yapmak ve o kavramı, kendi kişisel maceralarıyla hesaplaşmak için, daha doğrusu, kendi intikamının aracı olarak istismar etmek için, Hadi Uluengin olmak gerekir.
Tanımadığım bu şahsın, habire yazdıklarından anladığım kadarıyla, vaktiyle, Doğu Perinçek hareketine mürit yazılmış. Sonra, ne olmuş bilmem, o hareketten ayrılmış. O gün bu gündür, fırsat buldukca Perinçek’e, onun yayın organlarına, ondan etkilenmiş şahıslara, olur olmaz sebeplerden çatar durur.
Bu yazısı da, o çatmalardan biri. Neymiş? Bazı laik ulusalcılar, “dinci, hatta sofu bir ulusalcılıkla” bütünleşmekteymiş. Yani, Doğu Perinçek’le, AKP’ye yakınlaşıyormuş.
Delil nerde? Erdoğan, Perinçek gibi, Şanghay İşbirliği’nden bahsediyormuş. Perinçek, emperyalizm diyormuş; AKP, “diyar-ı küffar”. Perinçek, Strasbourg’a gidiyormuş, Ermeni Meselesi ile ilgili, AKP’liler de, vs.
Aman, ne büyük paralellikler!
Perinçek, 40 yıldır Çin’e sempati duyar. Bugünlerde Erdoğan, Amerika’ya kafa tutar gibi yapmak için Şanghay’dan bahsedince, Perinçek’le “bütünleşmiş” mi oluyor? Şimdi, aşırı Avrupa Birliği (Brüksel) taraftarı bir siyasetçi çıksa, orada uzun yıllar yaşamış olmasından dolayı, bazılarının “Brüksel Lahanası” diye bahsettiği Uluengin’le bütünleşmiş mi olur? Ermeni Meselesi’nde sağcısı-solcusu benzer düşünen insanlar ilk defa mı ortaya çıktı? Üstelik, Aydınlık Gazetesi’nin, özellikle Sabahattin Önkibar eliyle, hem AKP’ye hem de Cemaat’e şiddetle muhalefet ettiği ortada.
Fakat, Uluengin’in asıl derdi başka: Yediği ekmeği hak etmek.
Şöyle sapkın bir akıl yürütme yapıyor olmalı: Gazetesinin gerçek sahibi Cemaat, AKP’yle kavgalı; Perinçek de Cemaat’le kavgalı; o halde, Perinçek, AKP’yle işbirliği içinde olmalı. Dolayısıyla, “ikisine de çatarak, ikisini işbirliği içinde göstererek, Cemaat’e yaranabilirim” diye düşünmüş olmalı.
Adı geçen yazısının, sadece “işverenine bir kıyak” maksadıyla yazıldığı kanaatine varmamın sebebi, bu maksadı ifade etmekten başka, hiçbir tutarlı yanının bulunmaması.
İnanmazsanız, bir cümlesindeki şu kısma bakın: “Laik Cumhuriyet’in aslında ülkeyi sosyolojik açıdan müslümanlaştırmak projesi ekseninde yükseldiğini düşünürsek…”
Hezeyana bakın, Atatürk’ün LAİK Cumhuriyeti, ülkeyi MÜSLÜMANLAŞTIRMAK projesi imiş.
Batı ülkelerinde, belirli bir yaştan sonra, sürücü ehliyetini idame ettirmek için, her yıl “göz testi”, “meleke testi” gibi testler isterler.
Türkiye’de de, belirli bir yaştan sonra, basında yazmak için, “bunama testi”, “zeka testi” gibi testler istense, pek faydalı olacak!

***
Manen sabıkalı bir savcı ve kabadayı milletvekili
Bu hafta, Can Dündar’ın, Balyoz,  Askeri Casusluk, Cemaat Kovuşturan Askeri Hakim Ahmet Zeki Üçok’un yargılandığı Sahte Çürük Çetesi Davası gibi davaların savcılarından Celal Kara ile yaptığı röportajı okuduk. Kara, kendisini savunuyordu.
Avukat Hüseyin Ersöz, ODATV’de, Savcı Kara’nın, bu adalet skandallarındaki yerini anlatarak, kendisine itirazda bulunmuş. 
Fazla teferruata girmeden, Savcı Kara’nın 102 sanıklı Balyoz Davası için tutanaklara geçmiş aşağıdaki ifadesine bakınız.
 Savcı, “Sanıklardan hiçbirinin kendi iradesi ile gelmediği gibi beyan ettikleri adreslerinde bulunmadıkları ve hiçbirinin telefonlarına da ulaşılamadığı, bu durumda kaçma şüphesinin eski tabirle kuvveden fiile çıktığını”  iddia ederek, tutukluluklarının devamını mahkemeden istemiş.
Yurt dışından gelip teslim olan subayların olduğu bir süreçte, “Adresinde bulunamayan, telefonlarına ulaşılamayan,  subaylar, paşalar” iddiasının arsızca bir yalan olduğu ortada.
Mantıkta bir kural vardır: Yanlış, sahte bir kavramın kullanıldığı her argüman yanlış kabul edilmelidir.
Aynı şekilde, emirle, telkinle, bir örgüt güdümünde veya beslemesinde, zihinsel bir özürle davranan bir adalet insanının bütün işlemleri de hukuksuz addedilmelidir.
Tutarlı olmak adına, bu şekilde davranan bir adalet mekanizmasının, askerler konusunda olduğu gibi, AKP’li Bakanlar,  Erdoğan ve Ailesi hakkındaki tasarrufları da, koldaki saate rağmen, sıfırlama konuşmalarına rağmen, hukuken yok sayılmalıdır. Medeni olmak bunu gerektirir.
Fakat, bu savcı hakkında, tekrar milletvekili adayı olabilmek adına düz duvara tırmanmaya bile çalışacağı anlaşılan AKP Milletvekili Mehmet Metiner’in “O savcının defterini dürmezsek bize de namert desinler” demeci bir medeniyetsizlik örneğidir.
O savcı bir yanlış yapmışsa, “Siz” bir birey olarak hiçbir şey yapamazsınız; hele, bir Yasama Organı üyesi olarak hiçbir şey yapamazsınız. Kara’ya haddini bildirmesi gereken yer, eğer hem Cemaat’in hem de AKP’nin tasallutundan dolayı geriye bir şey kalmışsa, Yargı’dır.
Son yıllarda yaşananların bir faydası, bazı körlerin, hiç değilse şu gerçeğe gözlerinin açılması oldu: Siyasi İslam’ın bütün kanatları, aynı derecede, usul, adap, gelenek, kanun ve ahlak tanımaz serdengeçtilerle doludur.

Önceki ve Sonraki Yazılar