'Yollar yürümekle aşınmaz!'

Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel vefat etti. Genellikle iyi yönleriyle hatırlandı. Kötü yanlarıyla hatırlayanlar ilginç bir şekilde iki zıt kesimden oldu: 28 Şubat rövanşcısı dinbaz kalemler ve 12 Mart rövanşcısı bir kısım sol kalemler...

Ben de, gençliğimde, Demirel sevmezler arasındaydım. Onu, eleştirdiğim ekonomik düzenin temsilcisi olarak gördüğüm için sevmedim. Dinbazlarla flört ettiği için sevmedim. 1972’de, Deniz’lerin idamına mecliste öncülük ettiği, 1974’de, aralarında benim de olduğum idealist ve çoğu şaşkın gençlerin affına karşı çıktığı için sevmedim.

Fakat, 12 Eylül sonrasından başlayarak ölene kadar yaptığı demokrasi mücadelesini, onun olumlu yönde değişmesini takdirle izledim.

Eski bir kişisel anı
Dinbazlarla bırakın flörtü, onları Devlet’e sistematik bir şekilde sokan ve Türkiye’de ilk defa açıkca Anayasa ihlali yapacağını söyleyen bir Turgut Özal’la mücadelesini takdirle izledim.
Evet, büyük hataları vardı. Ama, hangimiz hata yapmamıştık ki? Bir karıncayı bile incitemeyecek arkadaşlarımız, bir eylem için çaldıkları taksinin şöförünü bagajda unutup, onun ölümüne bile sebep olabilmişlerdi.

Burada kişisel bir hatıramdan bahsetmek isterim.

1968’de Harb Okulunu ikincilikle bitirmiştim. Mezuniyet töreni provaları sırasında -ki okul birincisine diploma ve hediyesini Cumhurbaşkanı’nın vereceği, ikinciye de Genel Kurmay Başkanı’nın vereceği planlanmıştı ya da ben öyle zannetmiştim- hediyeyi aldıktan sonra “Sağol Komutanım!” diye yüksek sesle teşekkür etme talimleri yapıyorduk.

30 Ağustos günü geldi, benim ismim okundu ve yerimden koşarak fırlayıp, bir sürü omzu kalabalık subay ve sivilin olduğu erkanın karşısına geçip selam çaktım.

Fakat, o da ne? Elinde diplomam ve hediyesiyle, beklemediğim bir Başbakan Süleyman Demirel bana yaklaştı ve diploma ve altın saati “Tebrik ederim!” deyip verdi; aldım ve “Sağol Komutanım!” diye bağırdım. Yerime döndükten sonra, heyecan duygusunun yerini bir utanma duygusu aldı: Bir sivile “Sağol Komutanım!” demiştim.

Ona ‘komutanım’ demiştim

Benim gibi bebeklikten beri askeri ortamda olmuş birisi için, bu dayanılmaz ‘utanç’ epey yıl sürdü. Cumhuriyet, Demokrasi, Özgürlükler konusunda yazılmış klasiklerle kendimi terbiye ettikten sonra, bu ‘utanç’ın yerini, bu sefer, gençlik cehaletimi hatırlamamdan kaynaklanan sahici bir utanç aldı. Elbette, Başbakan’a bağlı olan bir Silahlı Kuvvetler mensubu olarak, nihayetinde Demirel de benim komutanımdı; dolayısıyla hitabımda yanlış bir şey yoktu.

Kitapların hepsi eline geçmiş

12 Eylül sonrası, Demirel ve Ecevit siyasetten yasaklanınca, o sıralar yaşadığım yurt dışından, onlara, beni çok etkilemiş olan bazı siyasi felsefe kitaplarını, gönderen ismi yazmadan, göndermiştim. Bir süre sonra ülkeye döndükten sonra, ellerine geçti mi ve geçtiyse paylaşabileceğimiz bir şey var mı diye, her ikisini de telefonla aradım. Ecevit’lerle, koruma polisinin ötesine geçip, konuşamadım. Demirel, hemen telefondaydı. Bana, niye ismimi yazmadığım için sitem etti, teşekkür mektubu yazmak istemiş, fakat nereye göndereceğini bilememişti. Ankara’ya gelirsem beni beklediğini söyledi. Fırsat olmadı.

Aradan on küsur yıl geçti; Başbakandı ve New York’a gelecekti. 1500 kilometre mesafede yaşıyordum, gittim ve onuruna NY’da yaşayan Türkler tarafından verilen yemeğe katıldım. İrticalen, mükemmel bir demokrasi konuşması yaptı; artık bir demokrasi ve özgürlük mücahiti idi.

İlerleyen saatlerde masamdan kalktım, onun masasına gittim. Etrafı, Amerikan Gizli Servisinden izbandut gibi korumalarla çevriliydi. Bir tanesine “Elini sıkmak istiyorum” gibi bir şeyler söyledim; duymazdan geldi. Bu sırada, onların arasından sıyrılmaya çalıştığımı fark eden Demirel, Amerikalı’lara, hiç tanımadığı benim için, bırakın gelsin dedi. Yaklaştım, elini öptüm. Kısaca, 20 küsur yıl önceki derdimden bahsettim ve “Ülkem için yaptıklarınızdan dolayı, Sağol Komutanım!” diyerek içimdeki uhdeyi boşalttım.

Cumhuriyet tarihinde, hakkında onun kadar mizah yapılan, kendisiyle alay edilen birkaç tiyatro oyunu sahnelenen, ailesiyle ilgili iftiralar atılan bir siyasi lider olmamıştır. Bunları hoş görüyle karşılamıştı.

Hele hele, onun, 1968’deki bir Adalet Partisi Kongresi’nde, bir delegenin yaptığı, gençlerin, aydınların, işçilerin ha bire gösteri yaptıkları şikayetine karşı söylediği “Yollar yürümekle aşınmaz!” sözü bir demokrasi ve özgürlük vecizesidir.

Elbette, bir ülkenin Anayasa’sı buna cevaz vermişse, barışcı bir şekilde yürüyenlere karşı Başbakan’ın yapabileceği hiçbir şey yoktur.

Bilge bir insandı. Toprağı bol olsun.



Demokrasi bir yanılsama mıdır?


Yıllardır hem
“Liberalim” deyip hem de AKP iktidarını destekledikleri için “Özgürlükçü” anlamına gelen “Liberal” kelimesinin Türkiye’de “Pislik” anlamına gelmesine sebep olanlar arasında olan, Liberal Düşünce Topluluğu’nun iki temel kurucusundan birisi, Prof. Atilla Yayla, AKP’nin gidiciliğini fark etmiş olacak ki, övgülere ara verip akademik yazılara ağırlık vermeğe başlamış.

Yeni Şafak’taki son yazısının başlığı: “Kitlelerin Bilgeliği Nasıl Doğuyor?”

James Surowiecki isimli bir yazarın “Kitlelerin Bilgeliği” adlı kitabından bahsediyor. Yayla’nın yazısından, Surowiecki ile aynı fikirde olduğunu anlıyoruz. Ortak hükümleri şuymuş: ”Kitlelerin ortak aklı, o kitleler içindeki en akıllı bireylerin tercih ve çözümlerinden daha isabetli sonuçlara ulaşır”.

Varsayalım ki, Hamurabi, Hz. Musa, Aristo, Hz. Muhammet, Fatih Sultan Mehmet, Thomas Jefferson, Büyük Katerina, Atatürk gibi 8 adet deha, aynı anda, başka da hiçbir dehanın olmadığı bir toplumda yaşıyorlar ve o toplumun falanca sorununun nasıl çözüleceği konusunda, oy birliğiyle, bir “tercih ve çözüm” öne sürüyorlar.

Bizim Yayla’mıza ve bu Surowiecki’ye göre, bu 8 dehanın çözümü, o toplumu teşkil eden diğer insanların –nasıl varacaklarsa- varacakları “tercih ve çözüm” den daha isabetsiz olurmuş.

Bu hüküm, “Bu kadar cehalet, ancak tahsille mümkündür!” deyişinin, mükemmel bir örneği.

Evet, demokrasilerde, genel halk kitlesi, o toplum içinde bazılarının ‘aydın’ veya ‘akıllı’ zannettiği sivri akıllılardan daha doğru düşünür.

Mesela, bir toplumdaki bazı ‘düşünürler’ bir Alman Irkı Diktatörlüğünün, bir ‘Müslüman’, ‘Hristiyan’, ‘Yahudi’, ‘Hindu’, vs. Diktatörlüğünün, bir ‘Proleterya’ Diktatörlüğünün o toplumun dertlerine çare olacağını zannedebilirler. Bunlar, kendi partilerini kurup seçime girebilirler. ‘Kitleler’, yani sağduyusunu kaybetmemiş çoğu insan, bu ‘çareleri’ elbette eblehce bulup, onları seçmez.

Fakat bu durum, “Kitlelerin Bilgeliği”nden değil, “o kitleler içindeki en akıllı” zannedilenlerin dünyadan kopukluğundan, akılsızlıklarından, kaynaklanır.

Onun içindir ki, mesela AKP, “Biz Müslüman Diktatörlüğü kuracağız!” diye propaganda yapmaz; “Demokrasi getireceğiz!” der ve o sayede, ‘kitleleri’ ve kendileri dinbaz olmayan ve birilerinin “en akıllı bireyler” zannettiği ahmakları peşine takar.

Hakikat, bu sözde bilim adamının ve bahsettiği yazarın söylediğinin tam tersidir: Dahi derecesinde bir tek birey, milyonlarca ortalama insandan oluşan bir ‘kitle’den daha doğru düşünebilir. Bir milyon budala, bir adet akıllı etmez.

Tarih, kitlelerin bir avuç insanın ikazına rağmen ne büyük çılgınlıklar yaptığına şahittir. Başta, Nazi Rejimi olmak üzere, bir çok modern diktatörlük, halk oyuyla iktidara gelmedi mi?

Zaman zaman, “Dağdaki çobanın oyuyla benimki aynı mı olacak?” şikayetini duyarız. Bu şikayeti yapanın kendisi, dağdaki ortalama bir çobandan daha cahil veya akılsız olmasa, şikayeti haksız bulabilir miyiz? Ancak, bu şikayet haklıysa, demokrasiden vaz mı geçmeliyiz. Vaz geçeceksek, yerine ne konacak?

Churchill’in şu sözü, bu ikilemin veciz bir ifadesidir:
“Demokrasi, en kötü yönetim biçimidir –eğer, zaman zaman denenmiş diğer bütün yönetim biçimlerini hariç tutarsak.”

Büyük filozof Aristo’ya göre, iyi bir devlet tarzı, izafi bir meseledir; yani, bütün milletler için, her zaman için, en iyi olan belirli bir devlet tarzı yoktur.

İyi bir devlet, halkın iyiliğini düşünenlerce yönetilen bir devlettir; kötü bir devletse, temel olarak kendi bencil çıkarları peşinde koşanlarca yönetilen devlettir. Dolayısiyle, şimdi iyi olan bir devlet, eğer yöneticiler, kamu çıkarı yerine, kendi kişisel çıkarlarını koyarlarsa, kötü bir devlete dönüşür.

Aristoteles’e göre, bu açıdan bakıldığında, monarşi yani bir tek adamın yönetimi de, aristokrasi yani en iyi oldukları varsayılan bir grup yurttaşın yönetimi de, cumhuriyet de veya Aristoteles’in deyimiyle anayasal devlet (polity) de, iyi devletler olabilirler.

Ancak, bunlar yozlaşınca: Monarşi, yani bir tek iyi adamın yönetimi, tiranlığa yani tek adam despotluğuna dönüşür; aristokrasi, yani bir grup iyi adamın yönetimi, oligarşiye yani bir grup kötü adamın yönetimine dönüşür; cumhuriyet de, demokrasiye dönüşür. Özetle, Aristo için, demokrasi, yozlaştırılmış bir cumhuriyettir. Aristo’nun bu düşüncelerini anlarsak, kitabi ‘demokrasi’ kalıplarına uymasa da, Atatürk dönemini neden “iyi” olarak nitelememiz gerektiğini de anlarız.

Önceki ve Sonraki Yazılar