Gazeteciler, karışık ilişkiler, hanut geziler

Gazeteciler, karışık ilişkiler, hanut geziler

Bizim gazeteciliğin sorunları ve utanç vesilesi olayları anlatmakla bitmez. Keşke ülkedeki yüzlerce basın yayın yüksekokulunda öğrencilere 2000’li yılların başında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin meslek içi eğitim amacıyla yayımladığı “Türkiye Gazetecilerinin Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” adlı kitapçık eğitim amacıyla okutulsa. Belki bir yararı olur. Ya da bu ortamda olur mu?

Ülkemizde her şey alt üst. Bürokrasiyi geçtim. Bütün sektörlerin temelinde dinamit patlatıldı sanki. En başta da basın-yayın-medya, yani özetlemek gerekirse gazetecilik. Demokrasinin olmazsa olmaz koşullarından birisi kişinin doğru haber alma ve doğru bilgilendirme hakkına sahip olması. İşin ideali mutlaka yaşanan olayların haberlerinin tarafsız ve objektif biçimde kamuoyuna yansıtılması. Ancak bu ideal, hatta dünyada demokrasiye en saygılı diye bildiğimiz ülkelerde bile zaman zaman hayata geçmiyor.

Neden mi? Çoğu kez çıkar ilişkileri nedeniyle. Siyasetçinin ya da iş adamının medya ya da gazete patronuyla iş bağlantısı vardır. Bu iş bağlantısı bağlamında ortaya çıkan kirli ya da yasa dışı bir ortaklık her ne kadar haber değeri de olsa medya ve basın organları tarafından sansüre uğrayabiliyor.

Bizim gazeteciliğe başladığımız neredeyse yarım yüzyıl öncesinde sloganımız “gazeteler gazetecinindir” idi. Zaman içinde gazete çıkarmak, gerek kâğıt, gerek mürekkep ve baskı makinelerinin pahalılaş- ması nedeniyle görece “ucuz” olmaktan çıkıp “pahalı” bir işe dönüştü. Bu nedenle de bizden önceki gazeteci kuşağın, bir kaç kişi bir araya gelip gazete çıkarma imkânı ortadan kalktı.

Zaman içinde her şeyin değişip evrilmesi gibi gazetecilik de değişip evrilebilir. Ama hangi doğrultuda? Bugün Türk medya sektöründe yaşanan birbirini tehdit, ihbar etme, kızdığı meslektaşına şantaj yapma rezilliklerini gördükçe utançtan yerin dibine geçiyor, kendime gazeteci demeye dilim varmıyor. Hele de “yandaş medya” denilen hükü- mete yakın gazete ve televizyonlardaki tanınmış isimlerin birbirlerini hainlik, daha da öte “kripto FETÖ’cülükle” suçlamalarını okudukça şaşkınlıktan şaşkınlığa düşüyorum.

Aslında belki bu olanlara şaşırmamak gerek. Çok uzun zaman değil, 2008 yılında patlak veren sözüm ona Ergenekon davası süresince kimlerin televizyon ekranlarında meslektaşlarını ihbar ettikleri, en ağır ifadelerle suçladıkları unutulmadı. Ne acıdır ki o suç- layanlar bugün benzer suçlamalarla aylardır cezaevlerinde sürünüyorlar. Cumhuriyet’in efsane patronu, hepimizin İlhan Abisi 82 yaşındayken sabaha karşı evine yapılan baskında sözde Ergenekon terör örgü- tünün önemli beyinlerinden olma suçlamasıyla gözaltına alındı. Yargılandı, yargılama sürecinde önce zatürre oldu. Ardından yüreği dayanamadı ve öldü.

Yine Ergenekon’un kasası olduğu suçlamasıyla aylarca hapiste tutulup tedavisine izin verilmeyen kanser hastası Kuddusi Okkır öldüğünde acaba nasıl olup da beş parasızdı? Eğer onca serveti var idiyse neden belediye marifetiyle cenazesi kaldırıldı? Bizim gazetecilerin gerçekten yatacak yerleri yok, diyece- ğim ama dilim varmıyor. Burada bir parantez açmam lazım. 1990’lı yılların başında patronların sendikadan istifa etmeleri isteklerini kabul eden gazetecilerimiz eliyle Türkiye Gazeteciler Sendikası bugün yaşayan ölü haline getirilmedi mi?

Öte yandan “ana akım medya” olarak bilinen yayın organlarında habercilik neredeyse unutulmuş. Örneğin, bir iş insanıyla söyleşi yapılıyor. Söyleşi yapılan kişinin neyin nesi olduğu, geçmişi, doğruları söyleyip söylemediği araştırılmadan yayına geçilebiliyor. Bunun en güzel örneğini geçtiğimiz Pazartesi günü değerli meslektaşım Hürriyet gazetesinin okur temsilcisi Faruk Bildirici’nin yazısında okudum. Faruk Bildirici çok doğru bir noktaya parmak basmış ve gazetesini, özensiz yayınlanan söyleşi için uyarmıştı

Keşke bugün gazetecilik sektöründe çalışanlar iş- lerini şok daha özenli yapabilseler. Yüzlerce basın yayın yüksekokulundan her yıl bir o kadar öğrenci mezun oluyor. Peki, bu yüksekokullarda bu öğrencilere acaba neler öğretiliyor ya da öğretilmiyor da zaman içinde sektörümüz bu hale getirildi? Acaba bunda ‘90’lı yıllarda bir kaç genel yayın yönetmeninin yanlarında çalışan gazetecilere “gazetecilik yapmak yerine kişisel çıkarlarını kollamayı” telkin etmeleri etkili olmuş mudur?

Hanut geziler

Meslektaşımız Oray Eğin Akşam gazetesinde köşe yazısı yazdığı dönemde “hanut gezi” (bir ürünü tanıtmak için yurt dışına PR şirketlerinin gazeteciler için düzenlediği bedava ya da hediye geziler) kavramını ortaya atmıştı. Gerçi bugün de bu konuyu sıklıkla dillendiriyor. Bir PR’cı (halkla ilişkiler) dostum ısrarla yazmamı istemeseydi bu meseleye hiç değinmeyecektim. Ama ısrarlarına dayanamadım.

Diyor ki: “Medyadaki çürüme ne yazık ki PR camiasını da etkiliyor. Mesela neden bir otomobil markasının yurt dışındaki lansmanına otomobil kullanmasını bile bilmeyen kıdemli bir yazarla selfie çektirme meraklısı bir muhabir davet ediliyor? Bunu gören PR’cılar portföylerindeki markalar için bu doğrultuda düşünüp sadece hanut geziye odaklanabiliyorlar. Markalara değer katacak fikirler ya da kurumsal sosyal sorumluluk projeleri yerine işin kolayına kaçıp hanut gezi düzenlemeye çalışıyorlar.

“Topluma değer katacak PR projeleri ikinci ya da üçüncü plana atılıp markanın köşe yazılarında yer bulabilmesi için gidilmesi zor olan ülkelere gezi dü- zenliyorlar. Bizler tur operatörleri değiliz. Bizler fikir üretmek zorunda olan bir meslek icra ediyoruz.”

Bizim gazeteciliğin sorunları ve utanç vesilesi olayları anlatmakla bitmez. Diyeceğim o ki keşke ülkedeki basın yayın yüksekokullarında Türkiye Gazeteciler Cemiyeti’nin 2000’li yılların başında meslek içi eğitim amacıyla yayımladığı “Türkiye Gazetecilerinin Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” adlı kitapçık öğ- rencilere okutulsa. Belki bir yararı olur. Ya da bu ortamda olur mu?