KIZILDERE KİTABININ BAŞINA GELENLER

O kitabı on’ların anısını yaşatmak için yazmıştım.

Modern bir destan olarak tasarladım, öyle de oldu.

Çünkü hak etmişlerdi…

İdam edilmek istenen arkadaşlarını kurtarmak peşindeydiler.

Ünye’deki Amerikan radar üssünde bulunan üç yabancıyı kaçırmış; Kızıldere’ye getirmişlerdi.

Kızıldere, benim doğduğum ovadaki köye komşu sayılır.

Niksar ovasını kuzeyden ve güneyden kuşatan dağların güney yamacındadır ve oradan kuzeye bakar.

Bir yüce uçurumun üstünde gibidir.

O tarihlerde kuş uçmaz, kervan geçmez yerlerden biri sayılırdı.

Yoksul bir Alevi köyü idi…

Ve on’lar oraya sığınmışlardı.

SONSUZ YARIM GÜN

Sonrasını biliyoruz…

O trajedinin destanını yazmayı en büyük borcum sayıyordum. Öğretmendim… Öykülerim Türkiye’nin en iyi dergilerinde yayımlanmaktaydı. Sıra onların destanını yazmaya gelmişti…

Türkiye iki hat üstünde birbiriyle çarpışıyor gibiydi.

Ben eline silah almayan, bunu yanlış bulan ama toplumcu kesimin içinde yer alan yeni yetme bir yazardım.

Kızıldere katliamının öncesini, o günkü olayları ve sonrasındaki manzarayı anlatan çalışmayı bitirdim. Şiir-nesir karışımı çok akıcı bir kitap oldu.

Adını da, yarım gün süren ama sonsuza kadar anılacak olacağını düşündüğüm olay yüzünden Sonsuz Yarım Gün diye koydum.

Rahmetli Battal Pehlivan o sıralar yayıncılık yapıyordu. Mekin Yayınevi adı altında… Onun yayınevinin adını kullanarak 1979 baharında kendi paramla bastırdım…

Okuyanlar çok beğendiler ama “Fazla sert olmuş!” diyenler de çıktı. Onların dediği gibi hemen mahkemeye verildik. Ağır cezada yargılanmaya başladım.

Dava sürerken 12 Eylül darbesi oldu. Ağır cezadaki davamız, terörle ilgili göründüğünden sıkıyönetim mahkemesine aktarıldı. 3. Numaralı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde üç ayrı ceza maddesinden 18 ay 14 gün hapis cezasına ve 4 ay da Çanakkale ilinde sürgünde kalmaya mahkum edildim.

Mahkeme, Battal Pehlivan’ı da yargıladı. Ama ben, “Battal Bey’in kitapla ilgisi yoktur. Ben ona para vererek yayınevinin adını kullandım. Kendisini doğru dürüst tanımıyordum bile…Hepsi bu kadar!” deyince onu kurtarmış olduk.

Bir sabah, kahvaltı yaparken kapımız çalındı. 16 Kasım 1981’de soğuk bir Kasım günüydü. Baktım, mahallenin polisi… “Rıza bey, gidiyoruz, hadi hazırlan!” dedi.

Eşimin elindeki çatal tabağa düştü. 8 yaşındaki oğlum bir ona bir bana baktı…

Eşim Özden hanım darbe yemiş gibiydi ama “Ben arkandan geleceğim, merak etme!” dedi…

Polis cipine bindirildik. İki ayrı karakola götürülüp imzalar verdikten sonra karşıya geçirildik. Toptaşı Cezaevi’nin önünde indirdiler. Kocaman bir kapı açıldı. Jandarmaların parlayan silahları arasından geçerek bir odaya alındım. İşlemler bitince çürümüş insan kaynayan, nefes almakta zorlandığım genel koğuşa itiliverdim. Bir demir kapı daha kapatıldı üstüme…

Daha sonra devrimcilerin bulunduğu koğuşa gönderildim. Buradaki arkadaşlara askeri cezaevlerinde yapılan işkenceleri öğrenince asla sızlanacak bir söz etmeme kararı aldım. Anladım ki Türkiye’nin en zeki, en eğitimli gençleri kırıma uğratılıyordu.

TOPLATILIP YAKILDI

Çok ilkel koşullarda geçirdiği hapis günlerim daha sonra Gelibolu’da devam etti. En sıkıntılısı ise peş parasız biçimde Çanakkale’de kış şartlarında geçirdiğim 4 aylık sürgün oldu.

Benim başıma gelenden daha acısı Sonsuz Yarım Gün’ün başına geldi. Bana karşı acımasız davranmayarak 18,5 ay ceza ve 4 ay sürgünle yetinen askeri mahkeme kitabın yasaklanmasına toplatılıp imha edilmesine karar verdi. Ben yakılmasam da kitabım yakıldı.

O yangın hâlâ da sürüyor.

Çünkü kitabım yasaklı ve şu koşullarda yeniden yayımlanması da imkânsız görünüyor.

Çünkü darbecilerin verdiği cezanın belki on katını günümüzün sivil mahkemeleri verebilir.

Nereden mi biliyorum?

Kızıldere’de ölenler yolunda türkü söyleyenler bile ağır terörist gibi yakalanıp hapse tıkılmıyor mu?

ÖDÜNSÜZ YURTSEVERLERDİ

On’lardan hiçbirisini yüz yüze tanımadım.

Ama çok iyi tanışıyorduk.

Aynı dönemde, kalpleri aynı biçimde çarpan gençlerdik. Ben, o sıralar Trabzon’da okuyordum. Bu güzel kent şimdiki gibi gericiliğin destek noktalarından birisi değildi; aksine devrimci güçlerin bölgedeki en önemli hayat alanıydı. Trabzon halkının ruhu da böyleydi çünkü.

On’lar ise İstanbul’da, Ankara’da okuyorlardı.

Adımız, kentlerimiz değişik olsa bile varlığımız tekti.

Şimdilerden geriye bakınca on’ların yöntemlerini eleştirebilirsiniz.

Ama hepsi de katıksız yurtseverlerdi.

Her türlü emperyalizme, patron ve ağa sömürüsüne, sömürgeci sermayenin işbirlikçilerine karşı, beğenin beğenmeyin, kendi yöntemlerince bir savaş veriyorlardı.

Kolay mıdır ölümü göze alabilmek?

Bu yüzden hep yaşayacaklar…

İleride bir gün Sonsuz Yarım Gün de küllerinden doğacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar