Songül Öden: 'Modernleştiğimiz ölçüde ilkelleşiyoruz'

Songül Öden: 'Modernleştiğimiz ölçüde ilkelleşiyoruz'

‘Rüzgârda Salınan Nilüfer’ vesilesiyle bir araya geldiğimiz Öden: “Şiddetin dozunun bu kadar artması çağın en büyük sorunu. Her olayda kendimizi ‘Bir insan bundan daha kötü ne yapabilir’ diye sorarken buluyoruz. Ortaçağı yaşıyoruz adeta.”

Her şeyi olmasına rağmen bir türlü mutlu olamayan, bir şeyler üretmek isteyen ama ne yapacağını bilemeyen bir kadını canlandırıyorsunuz bu kez. Fakat burası, otobüste gördüğü kadını şort giymiş diye tekmeleyen erkeklerin ülkesi. Filmde konu ettiğiniz dert, çok önemli olmasına rağmen Türkiye için biraz ‘lüks’ mü kalıyor?

- Şiddetin dozunun bu kadar artması bu çağın en büyük sorunu. Sadece kadın-erkek meselesinde de değil üstelik. Her olayda kendimizi ‘Bir insan bir insana bundan daha kötü ne yapabilir’ diye sorarken buluyoruz. Ortaçağı yaşıyoruz adeta... Kıyıya vurmuş çocuk cesetlerine, kadınların açık artırmayla satılmasına, haritaların sürekli değişmesine, yeryüzü kendilerininmiş gibi davranan liderlere alıştırıldık. İnsanın kanını donduran her olayda başta dehşete kapılıyoruz. Bir süre hep onu konuşuyoruz, ağlıyoruz. Benim kirpiğimin ucu hep ıslak... Sosyal medyada tepkimizi dile getiriyoruz sonra, belki bir-iki yerde toplantılara katılıyoruz... Ama zamanla alışıyoruz, herhangi bir habermiş gibi bakıp geçiyoruz. Kanıksamak korkunç bir şey.

Ne hissettiniz ‘şortlu kadına şiddet’ haberini görünce?

- Büyük bir öfke. Gülerek “Hoşuma gitmeyene tekme atarım” diyor! Ben buna tepkimi Twitter’da dile getirme ihtiyacı duymamalıyım. Adalete öyle güvenmeliyim ki; “Görürsün sen!” demek bana yetmeli. Yani o şiddet, bendeki şiddet duygusunu uyandırmamalı. Adalet araya girmeli hassas terazisiyle. Ama böyle olmuyor. Mesela Hrant Dink öldürülüyor, arkasından çıkan görüntülerde adaleti sağlaması gereken kişilerin suçlunun sırtını sıvazladığını görüyoruz! Oysa adalet herkese lazım. Darbe olmaması için de lazım, suikast olmaması için de, kadının, çocuğun şiddet görmemesi için de... Ben Allah’ın adaletine inanıyorum ama bunun hayattaki karşılığı olan yasa koyucuların adaletine de güvenebilmeliyim.

Olaya gösterilen tepkiler nasıldı sizce?

- “Başörtülü olsaydı tepkiniz böyle mi olurdu” diyorlar mesela. Başörtülü de olsa, şortlu da olsa söz konusu olan bir kadın ve maruz kaldığı şey şiddet. Neyi, kimi yarıştırıyorsunuz? Zaten yeterince ayrışmadık mı? Bu, o takımın taraftarı... Şu, o etnik gruptan... Öteki, o dine mensup...

Sanatçıya nasıl bir görev düşüyor bu ortamda? Diziler aracılığıyla bir şeyler yapılabilir mi mesela?

- Sanılanın aksine korkulacak bir şey değildir sanat. Aksine, iyileştirici bir yanı vardır. Didaktik de değildir bir şeyleri öğretirken. Neşelidir, hüzünlüdür ama hep gerçek bir yere dokunur; kalbine, aklına ve vicdanına. Televizyonsa modern dünyanın en güçlü silahı, herkesin evine destursuz giriyor. O yüzden medya sektörüne çok iş düşüyor. Kesinlikle daha özenli projeler yapılmalı.

Irak’ta boşanmalar 2004’e göre iki kat artmış. Zor durumdaki kadınlar dava açan taraf olmaktan daha az çekiniyormuş artık. Sosyologlar buna bizim dizilerin önayak olduğunu savunuyor. Ortadoğu’da çok ünlü olan Türkiyeli oyuncular -siz de onlardan birisiniz- bu gücün ne kadar farkında?

- Biz ‘Gümüş’le mütevazı bir ‘soap opera’ yaptığımızı düşünüyorduk. Yurtdışında bu kadar ilgi görmesine çok şaşırdık. Ben durumun ciddiyetini New York’ta fark ettim. 72 milletten insan var orada. Bir yere oturuyorum; Arnavutluk’tan, Bulgaristan’dan, Mısır’dan insanlar geliyor yanıma. Fakat artık herkes çok ünlü. Cinayet işleyen de, evlilik programına katılan da... Seni tüm bunlardan ayıran bir şey olmalı. Ünlü olmak, faydalı hale getirilmezse çok ağır bir yük. Faydalı hale getirilmekle şunu kastediyorum; toplumda herhangi bir konuda farkındalık yaratmak. Azra Akın’la birlikte Birleşmiş Milletler Nüfus Fonu’yla kadına şiddetle ilgili çalışmalar yürütüyoruz. Kadın hakları meselesini her röportajımda geçirmeye çalışıyorum. Ama daha çok şey yapmamız gerektiğinin de bilincindeyim.

Beren Saat’in Özgecan Aslan cinayeti üzerine maruz kaldığı tacizleri anlattığı yazı çok ilgi gördü. “Yalnız değilmişiz; şöhretli, varlıklı, güzel kadınlar da böyle sorunlar yaşayabiliyormuş” dedi kadınlar. Böyle şeyleri daha çok anlatabilirsiniz belki bir de... Beren Saat’in tacizle, Songül Öden’in zor bir boşanmayla baş etme yöntemleri onlara ilham olabilir...

- Elimden geldiğince paylaşmaya çalışıyorum. Ama o zaman da hoyratça magazinin içine çekiliyorsun. Magazin kuşkusuz önemli bir alan. Bu alanda işini çok doğru yapanların olduğunu da biliyorum. Ama şöyle şeyler yaşıyoruz; diyelim, iki kadın, bir erkek yolda yürüyoruz. Hangi kadın erkeğe uygun görülürse, o, kadraja alınıyor ve fotoğrafın altına uydurma bir başlık atılıyor. Bu da bir şiddet! Çünkü bu haberle şöyle denmiş oluyor; bir kadınla bir erkek yan yana yürüyorsa aralarında bir şey vardır. O haber günü kurtarıyor belki ama ahlak anlayışına büyük zarar veriyor.

 Filmdeki ailenin temelde hiçbir sorunu yok. Ama mutlu değiller. Neden?

- Hepimizin ruhunda büyük gedikler var. Ruhumuz bir türlü tatmin olmadığı için bunalımdayız. Herkes âşık olamadığından bahsediyor. Oysa aşk, emek vermeyi gerektirir. Ancak sevdikçe derinleşebilirsin. Mevlana’nın, Şems’in cümlelerini paylaşıyoruz sosyal medyada ama kalbimizden çok uzakta tutuyoruz o cümleleri. Film de bunu anlatıyor; güzel evlerde oturan, arabaları olan, yabancı dil bilen, çocuklarına piyano dersi aldıran, sağlıklı beslenmek adına salata yiyen, spora giden insanlar... Ama koskoca bir boşluk var hayatlarında ve onu neyle dolduracaklarını bulamıyorlar.

Neyi kaybettik de böyle olduk?

- Paylaşmayı. Bugünlerde dizi projelerini hazırlarken yola şöyle çıkıyorlar: “Atıf Yılmaz sineması gibi bir şey olsun”, “‘Hababam Sınıfı’ tarzında olsun”. Ama aynı tat yakalanamıyor. Çünkü insanlar çocuklarına artık şunu öğütlüyor: En güzelini sen giy, en güzelini sen ye, en güzeli senin olsun. Ve ‘Benden sonra tufan’ diye düşünüyorlar. Bir yandan da parayla saadet olmadığı anlaşıldı. Niye bu kadar antidepresan kullanılıyor? Niye aşk yok? Niye nefes terapileri var? Modernleştiğimiz ölçüde ilkelleşiyoruz. Google Map’e sorarak bütün adresleri bulabildiğin bir çağda kalbinin adresini bulamıyorsun. Hepimiz hipermetropuz. Uzağı yani başkalarını çok iyi görüyoruz da yakınımızı, kendimizi görmüyoruz. Bu yüzden sürekli ayağımız tökezliyor.

Film, “Kadın kadının kurdudur” kolaycılığına kaçmadan anlatıyor iki kadın arasındaki gerilimi...

- O cümleyi ben de hiç sevmiyorum, kadını lanetleyen bir ifade... İnsan insanın kurdudur bence. Kadınlar modern çağda birbirleriyle yarıştırılıyor. O şortlu, o başörtülü, o güzel, o daha güzel, onun selüliti var, onun daha az var. Erkeğin yaşlansa bile bir ağırlığı oluyor ama kadına sanki bir ‘son kullanma tarihi’ varmış gibi davranılıyor.

Siz çokkadınlı bir ailede büyümüşsünüz. Beş kız kardeş... Nasıl bir evdi sizinki?

- Biraz Akdenizli, çokça Doğulu... Sıcak, hareketli bir ev. Çok sevmelerin, çok küsmelerin olduğu...

Anneniz sizi tek başına büyütmüş. Hikâyenizdeki ‘kahraman’ o mu?

- Aslında kahramanlara inanmıyorum ama sübjektif bir yerden baktığımda onu kahramanım olarak görüyorum. Okuma yazmayı ben ilkokula giderken birlikte öğrendik. Hepimizi okuttu. Annemden sebep, bana benzemeyenle çok çabuk ilişki kurabilen biri oldum ben. Görünüşe bakılırsa ben anneme hiç benzemiyorum ama içimiz o kadar aynı ki... ‘Öteki’ni anlama ve sevme becerisini bana kazandıran odur.

Anneniz Zaza’ydı değil mi?

- Evet. Diyarbakır’da Ermeni mahallesinde büyümüş. Türklerin, Kürtlerin, Ermenilerin olduğu bir yerde, hepsini anlayarak ve severek... Bize de onu aşıladı. Bazen insanlara “Ona bir şey olunca ses çıkardın da buna olunca niye çıkarmadın” diyorlar ya... O, bu yok benim için, memleketimin insanı var!

Çocukken Diyarbakır’a gider miydiniz?

- Yaz tatillerinde giderdik. Dayım; Sur’da, dokuz odalı, kocaman avlusu olan bir evde yaşardı. O ev beni büyülerdi. Şimdi oralar ne durumda hiç bilmiyorum.

Nasıl hatırlıyorsunuz o zamanların Diyarbakır’ını?

- Sıcak. Çok sıcak... Tıpkı insanları gibi... Seven, yargılamayan, çok komik... Devlet Tiyatrosu’ndayken Trabzon’da da çalışmıştım. İki ayrı uçta olmalarına rağmen çok benzetirim iki yörenin insanını, çok eğlenceli oluşlarını...

Trabzon’dan sonra Diyarbakır’a çıkmış tayininiz. Şehri nasıl bulmuştunuz yıllar sonra gittiğinizde?

- Acılı. İsyankâr. Ve umutlu...

Sizin dönemizdeki kadın oyunculara bakıyorum; Beren Saat, Tuba Büyüküstün, Bergüzar Korel... Çok yetenekli, çok başarılı, çok güzelsiniz. Ama sanki biraz fazla oturaklısınız. Şöhretle aranıza bir mesafe koyuyorsunuz. Tamam, adınız illa skandallara karışmasın ama insan hiç mi star’lara özgü şeyler yapmak istemez?

- Bilmiyorum. Düşüneceğim bunun üzerine. Ama evet, şöhret olma meselesini fazla büyütmüyorum. Biri tanıyıp yanıma gelince hatırlıyorum çoğu zaman. ‘Düzgün görünmek’ gibi bir stratejim yok ama. Olduğum gibi yaşıyorum. Ben aslında utangaç biriyim. Göz önünde olmayı sevmiyorum, sadece sahnedeyken izlenilmekten hoşlanıyorum. Bir de artık bize ulaşmak 
çok kolay. Sosyal medyada iyi niyetle paylaştığınız bir şey kavga dövüş konusu olabiliyor. Kendimizi bundan koruma içgüdüsüyle öyle davranıyor da olabiliriz.

Nasıl geçiyor bir gününüz?

- Kaçta yatarsam yatayım, yedide uyanırım. Kedilerim var, onlar uyandırıyor zaten. Spor yapıyorum. Bu ara çok sistemli şekilde öykü yazıyorum. Okuyorum. Arkadaşlarımla, kız kardeşim ve yeğenimle çok vakit geçiriyorum. Seyahat etmekten çok hoşlanıyorum.

İŞTEN KALAN ZAMANI SEYAHAT ETMEK, OKUMAK VE YAZMAKLA GEÇİYOR

** Kendinden söz etmeyi sevmeyen biriyle röportaj yapmak zor. Ama Songül Öden bir istisna... Çünkü karakteri ve hayatı dışında da anlatacağı çok ilginç şeyler var. İşten kalan zamanının tamamını; seyahat etmek, okumak ve yazmakla geçiren birinin içinde bulunduğumuz çağa ve gündemdeki konulara ilişkin yorumları her zaman merak uyandırıcı...