Dr. İhsan Metinnam yazdı, Salgına direnmek!

Dr. İhsan Metinnam yazdı, Salgına direnmek!

Bir Önlem Alma Biçimi Olarak Distopik Düşünme ve Drama: Salgına Direnmek

 Ankara Üniversitesi'nden Doktor İhsan Metinnam kaleminden...

Gerçek yaşamda başımıza gelmesini istemediğimiz ya da hazırlıksız yakalandığımız şeylere karşı kurgu bizi daha hazırlıklı kılar. Belki de sanatlara, özellikle de dramatik sanatlara insanın kendini tehlikelerden korumak için aldığı bir önlem olarak da bakılabilir. Dramatik olanın özü eyleme ve sürekli değişime dayanır. Bu eylem, çoğunlukla bilinçli ve amaca yöneliktir. Bu eylemle tarihsel ve kültürel sorgulamalar yapılabilir. Çünkü kültür demek bir anlamda kurgu demektir.Kültür sözcüğü etimolojik olarak “agriculture” sözcüğüne, tarıma, ekmeye, biçmeye dayanır. Bu, aynı zamanda insanlığın doğaya müdahalesini de simgeler. Artık doğanın yasalarının yanında insanın kendi yasaları da olacaktır. İnsan, kendi doğasını inşa edecektir.

Doğayla mücadele içinde kendi çevresini tasarlayacaktır. Bir diğer deyişle, tohumun düştüğü an insan kültürünün de tohumlarının ekildiği simgesel bir andır. Bu bağlamda, kültür de bir tasarım, bir kurgudur. Bizler de özellikle toplumsal rollerimizle bu kurgusal sürecin bir ürünüyüz. Bu yüzden, kurguyla uğraşmak, tarih, toplumsal organizasyon, birey olmak, kimlik gibi başka kurguları da sorgulamamızı, bu kurguların alternatiflerini yani rollerimizi, kendimizi tartışmamızı sağlar. Bir diğer deyişle, içinde yaşadığım kurgu başkaları tarafından mı oluşturulmuş, bu kurguda bana verilen rol nedir, rolümden memnun muyum, rolümü değiştirebilir miyim gibi sorular kurgu üzerine düşünmek gerçek yaşamı dönüştürmek için de olanaklar taşır. Bize seçenek sunar. Bu seçenekleri tartışmamızı sağlayan araçlardan bir tanesi de kültüre yeni bir yorum getiren sanatlar olmuştur. Çünkü sanatın ortaya çıkış nedenlerinden biri olarak yaygın kültürün kurgusuna uymaması olarak gösterilebilir. Bu yüzden, sanat istemediğimiz bir kurguda, rolde sıkışmış hissettiğimizde çaresizlik duygumuzu ortadan kaldırır. Dünyayı daha güzel bir yer haline getirme olanağı taşır.

Gerçek olarak algıladığımız şey de ortak kabule dayalı bir kurgu değil midir? Tiyatro salonunda bir seyircinin ansızın ayağa kalkıp parmağıyla sahneyi göstererek “bu bir oyundur” diyerek kurguyu ifşa etmesi bir süreliğine gerçek olduğunu kabul ettiğimiz kurguyu ifşa etmez mi? Gerçeklik denilen şey kabul ve ifşa arasında gidip gelen bir şey değil midir? Aynı şey kurumlar ve kurallar için de geçerlidir. Onlar da hayal ettiğimiz ve onlara inandığımız kadar varlardır. Covid 19’un yarattığı (dramatik) kırılma mevcut kurguya olan inancımızı yeniden gözden geçirmeye itiyor bizleri. Müzelere, sanat kurumlarına bakın. Arşivlerini açık erişimle sunuyorlar. Tiyatrolar oyunlarının video görüntülerini internete yüklüyorlar. Kurgunun aldığı yeni biçim sanat kurumlarını ve kuralları da değiştiriyor. Bunlar salgından önce olanaklı olabilir miydi? Değişimi anlamak kurguyu bilmeyi, daha da önemlisi bu dramatik kopuşun sonrasını kurgulamaktaki rolümüz üzerine düşünmeyi gerektiriyor.

Kurguyu anlamak için bin bir yol olsa da ben bu yazıda distopyaları ön plana çıkartmak istiyorum. Hem yaşadığımız salgın günlerinin atmosferi distopik romanları çağrıştırıyor hem de distopyalar insanlara doğrudan bir uyarı yapıyorlar. Distopya, edebi bir türdür. Ancak bunun yanında iyi bir eğitsel kaynaktır.

Distopik kurguları incelendiğimde aklıma ilk gelen şey bir tür “distopya yazma kılavuzu”nun olup olmadığıdır. Çünkü distopyalar benzer motifler üzerine kuruludurlar. Distopyalarda karşılaşılan ortak motif, temel insani gereksinimlere yönelen bir tehdit (1984’te dili özgürce kullanamama, Fahrenheit 451’de kitap okumanın ve bulundurmanın yasak olması gibi), bu tehdite karşı direnecek stratejiler geliştirme ve hakim söylemde çatlaklar oluşturmaktır. Distopyaların üzerine kuruldukları bu motifin Doğu Edebiyatından geldiği olasılığını da satır arasına sıkıştırmak isterim. Şehrazad’ın Şah Şehriyar’a binbir gece boyunca anlattığı masalları düşünün. Şehrazad, yaşamına yönelen tehditi bir oyun kurarak, gücü oyalarak, ölüme direnerek ortadan kaldırmıştır. Distopyalarda da başkahramanın içinde bulunduğu sistemi sorgulama sürecinde ilk çatlak hep bir kadın tarafından yaratılır. Bu bağlamda, distopyalar kadın ve erkeğin oluşturduğu birlik bağlamında toplumu yeniden kurma mesajı da taşırlar. “Bu süreçten sonra hiçbir şey aynı olmayacak” söylemini çok sık duyduğumuz günlerde, distopyalar üzerine düşünmek daha anlamlı hale geliyor. Peki distopyaları eğitsel bir kaynak olarak nasıl kullanabiliriz?

Konuyu daha uzak görünen bir yerden, matematikten verilen bir örnekle daha anlaşılır kılabiliriz. Matematik, yaşamımızda önemli bir rol oynar. Okullarda verilen eğitimde matematiğin önemi sıkça vurgulanır. Hatta matematikten yola çıkılarak sosyo-kültürel ayrımdan doğan fark bile gözlemlenebilir. Matematik üzerindeki güçlü vurgunun tonu okul türleri arasında değişiklik gösterir. Seçkin ve ayrıcalıklı kimliklerin inşa edildiği okullarda matematik daha entelektüel bir etkinlik olarak ele alınabilirken, dezavantajlı toplumsal kesimlerin devam ettiği devlet okullarında merkezi sınavlarda başarılı olmanın, bir diğer deyişle sınıf atlamanın anahtarı olarak algılanabilmektedir. Ancak her iki okul türünde de matematiğin önemi tartışmasız olarak vurgulanmaktadır. Matematiğin önemi; “matematik çok önemlidir”, “matematik günlük yaşamın içinde”, “matematik şöyle iyi, böyle yararlı” gibi söylemlerle olumlanır.

Eğitim sürecinde, iyiye ve doğruya çağıran söylemlerin çoğunluğu olumlamalardan oluşmaktadır. Peki bir de öğretmenin sınıfa girdiğini ve öğrencilere; “Şu andan itibaren bu okulda tüm matematiksel işlemler yasaklanmıştır. Herhangi bir matematiksel işlem yaparken görülen herkes ağır cezalara çarptırılacaktır” diyerek onları bir kurguya, bir oyuna davet ederek meydan okuduğunu düşünün. Tüm okulun rol aldığı, -mış gibi yaptığı ve okulu baştan aşağı kurgusal olanın mekanına dönüştürdüğü bir eğitsel süreci hayal edin. Öğrenci, kantine gidecek. Üç liralık alışveriş yapacak. Ödeme için on lira verecek. Para üstünü alamayacak. Çünkü hesaplamak yasak. Öğrenci, beden eğitimi dersine girecek. Öğretmen, beşli sıra oluşturmasını isteyecek. Oluşturamayacak. Çünkü saymak yasak.

Öğrenci, ister istemez matematiğin ne kadar önemli olduğunu ve kendisini güçlendiren yanını deneyimleyerek anlayacak. Çünkü öğrenci matematikle ilgili bir olumlama duymak yerine, matematikten yoksun bırakılarak başa çıkması gereken bir problemi çözmekle karşı karşıya bırakılacak. Böylece matematikle ilgili olumlamaları kendi kavrayışıyla benimseyecek. Bir nevi tersten düşünecek. Bu akıl yürütme biçimi “distopik düşünme” olarak tanımlanabilir. Distopik düşünmek, yaşamsal olana yönelen belli kısıtlamaların sınırlılığında düşünerek, o şeyin önemine ilişkin eleştirel bir bilinç kazanmak anlamına gelir. Matematiği kullanamamanın getirdiği yoksunluk, matematiğe duyulan gereksinimin daha baskın bir biçimde ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu bağlamda, distopik düşünen kişi matematiğin gerekliliğini daha iyi anlayabilir. Bu yüzden, kavramları, düşünceleri distopik bir yolla sorgulamak daha eleştirel bir düşünmeyi de beraberinde getirebilir. Bu durum, dramatik bir yapıda sunulan çatışmanın getirdiği ikilem ve çıkmazlarla başa çıkmaya benzetilebilir. Bu örnekte de görüldüğü gibi dramatik olan doğru amaçlar için kullanıldığında yasak gibi olumsuz çağrışım yapan kötücül bir kavram yoluyla bile doğal öğrenme olanaklarının ortaya çıktığı bir süreç yaratabilir. İşin en güzel yanı da bu sürecin –mış gibi yapılan kurgusal bir süreç olmasıdır. Bu yüzden, gerçekte kimse zarar görmez, örselenmez. Hem de sonucunda yeni şeyler öğrenmiş olur.

Buradan yola çıkarak, şu süreçte belli şeyleri yapamamanın getirdiği yoksunluk, bunlara duyulan gereksinimin daha baskın bir biçimde ortaya çıkmasına neden olabilir. Yaşadığımız salgının yarattığı distopik atmosferde farklı düşünme biçimleri, direnme stratejileri oluşturmak gerektiği söylenebilir. Bu kötücül süreci üretken kılarak yeni kavrayış biçimleri oluşturmak için kullanabiliriz. Bu süreçte, insanlar salgın öncesinde kendileri için önemini tam olarak kavrayamadıkları şeylere yönelik yeni anlam kategorileri oluşturabilirler. Peki kurgu nasıl bir tehlikeden korunma biçimi olabilir? Salgına yönelik alınan önlemler güvenlikle ilgili olduğu kadar güvende hissetmekle de ilgilidir. Kendimizi iyi hissetmenin, yaşamdan kopmamanın yollarından bir tanesi de yeni kurgular oluşturarak küçük oyunlar oynamak olabilir. Fernando Vargas LIosa “Genç Bir Romancıya Mektuplar” kitabında yazmanın nedeni olarak “var olan gerçeklikten rahatsız olmayı” gösterir.

Bu noktada, tüm tiyatro ve drama eğitimcilerine şu soruyu sormak düşüyor: “Eğer insanlarla gerçekten bir araya gelemediğim bir kısıtlama içerisinde olsaydım, onlara drama ve tiyatro yoluyla ulaşmak için neler yapardım?”

Salgın sürecinin yarattığı distopik atmosferde Fahrenheit 451’in Montag’ı gibi terfi bekleyebilir, 1984’ün Winston’u gibi haberleri kesip biçmeye devam edebilir ya da Mülksüzler’in Dr. Shevek’i gibi insanlığa hizmet etmenin yollarını arayabiliriz. Ya da Binbir Gece Masalları’ndaki Şehrazad gibi yeni kurgular oluşturarak ölüme direnebiliriz. Kurguya bıraktığımız yerden devam edeceğiz. O zamana kadar yeni kurgular tasarlayıp, yeni sürece hazırlıklı olmalıyız. Her gün bu distopyanın yüzeyinde küçük çatlaklar yaratacağız. Korkuyu, neşeye dönüştüreceğiz. Her çatlakta kendimizi ve kurguyu yeniden inşa edeceğiz.

O zaman şimdi kendi distopik kurgumuzu oluşturmaya başlayalım. Kurgu oluşturmakta zorlananlara yardım edelim. Sözünü ettiğim şey beraber kitap okumak değil, edebiyat sanatının kaynaklarından yola çıkarak tıpkı yaratıcı drama sürecinde olduğu gibi rol oynayarak, doğaçlayarak yeni bir kurguya ulaşmak. Çevrimiçi görüşme uygulamalarında bir araya gelerek yeni distopyalar kurgulayabiliriz. Kendiliğinden dramatik özellik taşıyan şu günlerde, deneyimlerimizi başka bir biçime sokmak, onlara uzaktan bakmak, bunu başkalarıyla –uzaktan da olsa- etkileşim içerisinde yapmak bizlere iyi gelebilir. İşe Stanislavski’nin “sihirli eğer” kavramından da yararlanarak; “Eğer .... yasak olsaydı?” sorusundaki boşlukları doldurarak bir dramatik çıkış noktası oluşturmakla başlayabiliriz. Oluşturduğumuz kurguyu hep beraber sesimiz karşı tarafa yeterince gidiyor mu, mimiklerim nasıl gibi estetik kaygılara çok düşmeden canlandırarak geliştirelim. Ne de olsa bu durum hepimiz için çok yeni, “salgın’ın estetiği” deneye yanıla oluşacak. Salgın’ın estetiği neyi nasıl algıladığımızı ifşa edip kabullerimizi gözden geçirmemizi de sağlayacak. Belki inandığımız yeni bir gerçeklik için yol gösterici, hepsinden iyisi yeni bir deneyim olacak.

Benim aklıma “ Eğer sokakta büyük hareketler yapmak yasak olsaydı?” ne yapardım sorusu geldi.

Sokakta sarılmak, sevinmek, spor yapmak, dans etmek yasak olsaydı ne yapardım?

Buna nasıl direnirdim?

Buna karşı stratejim ne olurdu?

Belki giyinmek, dişimi fırçalamak gibi gündelik hareketlerimden yola çıkarak evde gerçekleştireceğim bir dans koreografisi oluştururdum.

Belki bir gün beraber dans ederiz. Kim bilir?