Ne günlermiş o günler!

Köşemdeki bembeyaz saçlı resmime bakınca belki inanmayacaksınız ama vallahi, ben de bir zamanlar gençtim.

60’lı yılların sonlarında Ankara’da üç tane Üniversite vardı.

1969-70’de Ankara Üniversitesinin Öğrenci Birliği Başkanı Özgün Nas, ODTÜ’nün Öğrenci Birliği Başkanı Erhan Erdoğmuş, Hacettepe Üniversitesinin Öğrenci Birliği Başkanı da bendim.

Özgün ve ben Dev-Genç üyesi idik…

Erhan da Sosyal Demokrasi Dernekleri federasyonu üyesi idi…

Kurulu düzene isyan eden Üniversite gençli- ğinin eylemleri dorukta idi…

Ortalığı ‘’bildiriler’’ sarmıştı.

Aklına esen bir bildiri yazıyor, altına da Özgün’ün, Erhan’ın, benim adımı ekliyordu.

Emniyetin Dernekler Masasının tebliğ memuru polis Sedat (yoksa Esat mıydı?) her gün hastanede beni kovalıyor, kantinde yolumu gözlüyordu.

Yakaladı mı Basın Savcılığının 5-6 tebliğnamesini elime tutuşturuyordu.

Savcılığa gitmeye vakit bulamıyordum.

Tebliğnameler biriktikçe birikiyordu.

Sonunda 1.Şubenin polisleri-hemen her zaman- bir cuma günü ya da bayram arifesinde beni yakalıyor,

Ankara Emniyet Müdürlüğünün en alt katındaki, ‘’müteferrika’’ denilen nezarethaneye atıyorlardı.

Böylece hafta sonunu ya da bayramı orada geçiriyor, polis Sedat’ın nazik davetlerine icabet etmemenin bedelini ödemiş oluyordum.

Pazartesi, ya da bayram ertesi, polis eşliğinde(ama kelepçesiz) Basın Savcılığı’na götürülüyordum.

Savcı Bey önüme bir tomar bildiri koyup ‘’oku’’ dedikten sonra aramızda şu konuşma geçiyordu:

S: Uğur, bu bildiriyi sen mi yazdın?

B: Hayır efendim.

S: Kimin yazdığını biliyor musun?

B: Hayır efendim.

S: Ama altında senin de adın var?

B: Birileri yazmış, benim de adımı, bilgim olmadan eklemişler efendim.

Sonunda, bazılarını benim yazdığım bildirilerin hepsinin ifadesi verilmiş oluyordu.

Savcı Bey, ‘’Hadi Uğur gidebilirsin’’ diyordu.

Böylece Sayın Savcımla bir sonraki buluşmamıza kadar yollarımız ayrılıyordu.

Bu macera 12 Mart askeri darbesine kadar bu minval üzere devam etti.

Ne günlermiş o günler!

Şimdi onlarca akademisyen -aralarında mutlaka hukukçular da vardır- bir bildiri kaleme alıyorlar.

Kelimelerini, bizim gençliğimiz gibi değil, titizlikle seçiyorlar; ülkenin demokrasisi, insan hakları ve özgürlükleri konusundaki görüşlerini açıklayan bu bildiriyi yayınlıyorlar; altına adlarını yazıyor, imzalarını atıyorlar.

Bir de bakıyorsunuz (onlara bugün artık olmayan polis Sedat’lar uğramıyor) sabaha karşı evleri basılıyor, aranıyor, özel eşyalarına el konuluyor…

Savcı Bey onlar ne söylerlerse söylesin, tutuklama istemi ile yeni icat, Özel Yetkili Hukuk Hâkimliği’ne sevk ediyor; hâkim (!) yine ne derlerse desinler önemli değil, hemen hepsini tutukluyor.

Bu da yetmiyor, hükümet ve Tayyip Bey  bir KHK çıkarıyor; herkes işinden atılıyor, maaşları kesiliyor; emeklilik hakları, pasaportları ellerinden gidiyor.

Hâttâ bazen mallarına mülklerine el konuluyor.

İktidar ‘’kalemi’’ en tehlikeli silah olarak görüyor.

Gazeteciler, yazarlar, şiddetle karşı oldukları cümle âlemce bilinen terör örgütlerine ‘’yardım’’ ettikleri gerekçesi ile aylarca, yıllarca zindanlarda çürümeye terk ediliyorlar.

Cumhuriyet, Sözcü gibi muhalif gazeteler basılıyor, üzerlerinde terör fırtınaları estiriliyor.

Ah o günler ne güzel günlermiş…

Bundan 50 yıl önce, ilerde böyle bir iktidarın zulmü altında inleyeceğimizi söyleseler, o emniyetin müteferrikasında bile katıla katıla gülerdim.

Ne diyelim, ‘’Bu da geçer yahu!’’

Önceki ve Sonraki Yazılar