NEYMİŞ BAKALIM "LİYAKAT"?

AKP’li Mehmet Metiner gerek köşe yazılarıyla, gerek paylaşımlarıyla, gerekse televizyonda yaptığı konuşmalarla “iyi bir” Cumhurbaşkanı Erdoğan seveni olduğunu gösterir.

Kimi zaman kendisini “öyle” ayırır ki diğerlerinden…

“İstanbul İl Başkanlığı döneminde danışmanı olarak çalıştığım günden bu yana ‘reis’ diyen benim” demenin bile önemini görür!

Buna benzer başka bilgiler bulmak da pek zor değil Metiner için…

Son günlerde yaptığı paylaşımın bir başka önemi var ama…

Yaşananlardan “öyle” tedirgin, gördüklerine “öyle” tepkili ki…

***

Kızıyla Sabiha Gökçen’den Ankara’ya dönerken tanık olduğu bir olay nedeniyle kaygılarını anlatmaktan uzak durmuyor…

Diyor ki:

“Vip otobüsüne bir baktım, devletin önemli bir medya biriminin genel müdürü. Adını verneyeceğim. Her yerinden kibir akıyor. O ne biçim afra-tafra…”

Metiner’e selam vermemiş, gülümsememiş, bunun için de içi “cız etmiş”!

“bu tür insanlar caka satsın diye mi gece-gündüz ölümüne risk üstlenerek mücadele ediyoruz” diye de soruyor!

Bu tür cakalı insanları kimin buraya getirdiğini, kimlerin seçtiğini, neden tepe noktalara konulduğunu da soruyor!

Ayrıca da “burnundan kıl aldırmaz, kimsenin telefonuna çıkmaz, her ölümlüye randevu vermez; sanırsınız ki paşa çocuğu, beyzade, veliaht” demenin gereğine inanıyor!

“Paşa çocuğu, beyzade, veliaht” olsa “her şey” normal!

***

Metiner, olanları içinden geldiği gibi anlatmış. Olduğu yerden/ konumundan beklentisi bu! Adam orada bir kez gülümsese, bir de başıyla selamlasa “her şey” tamam da; öyle olmamış!

Bu olayın “bizde” karşılığı yok mu?

Sözüm ona, öyle uzun boylu değil, daha bir yıl önce, bir yerlere varabilmek için “dokuz takla” atan, seçim öncesinde seçmene gülücükler dağıtan, bir oy fazla alabilmek için suçlamamalara susanlar…

Bugün kapıları sekreterli olunca, Metiner’in sözünü ettiği “afra-tafra”nın benzerini çevremizde sıkça olası…

Bunun dışında, seçim öncesi her tür “sözü” kaçınmadan söyleyip de; bugün bir yandan geçmişte yaptığı tüm paylaşımları silene, “burada olmaktan mutluyum” diyene, bu denli omurgasızlığı unutup “ben buraya layıkım” demenin dışında…

Çalan telefonu açmakta zorlananları, gelen konukları ağırlamaktan kaçınanları, iş bitirmemek için çırpınanları, sabahın onunda çalışmaktan yorulanı görmeyen/ bilmeyen var mı?

Tüm bu olup/ biteni görüp de “bunlar için miydi tüm çabamız” diyen tepkili seçmenden kaç tane istersiniz bilmiyorum; say say bitmez!

***

Toplumun emekçisinin mutluluğunu sağlamak, gereksinmelerini karşılamak yerine “keserle yontma” yöntemini alışkanlık durumuna getirirseniz/ olması gerekenin de bu olduğuna verdiğiniz “dar kafa” eğitimle herkesi inandırırsanız…

Kendine, yaşadıklarına, toplumuna “yabancılaşmış”, afra-tafrasından geçilmeyen katmanın oluşmasını sağlamış sayılırsınız!

Nerde böyle değil ki?

İşte bunun adına “liyakat” deniyor! Görevin, “o” görevi bilene/ yapabilene/ üstesinden gelebilene verilmesinin gerekliliği bunun için zorunlu, deniliyor!

Metiner’in kaygılarını “bugün” için anlamak olası da olsa, “bu güne nasıl gelindi” diye sorulduğunda onsekiz yıllık “iktidarın” kaçacak yerinin olmadığını söylerim!

Bir ülkenin can damarı sayılan “eğitimin” bozulması için neler yapıldığını, özelliksiz isimlerin salt “bakışlarına” koşut olduğundan dolayı “nerelere” taşındığını, bu gün “o” isimlerin yetiştirdiği öğrencilerin “söz” söyleme sırası bulduğunu bir bir anımsatırdım!

Neymiş bakalım “liyakat”?

Önceki ve Sonraki Yazılar